Denizci Toplum

Yükleniyor...

Denizci Toplum

Denizci Toplum

T ü r k D e n i z c i l i k K ü l t ü r ü H a r e k e t i

Koç Üniversitesi Denizcilik Forumu – KÜDENFOR, RMK Müzesi Fenerbahçe Vapuru’nda “İstanbul’un Denizcilik Müzesi İhtiyacı” Konulu Bir Panel Gerçekleştirdi.

Koç Üniversitesi Denizcilik Forumu (KÜDENFOR) 26 Eylül’de RMK Müzesi Fenerbahçe Vapuru Alt Salonu’nda ‘İstanbul’un Denizcilik Müzesi İhtiyacı’ konulu bir panel gerçekleştirdi.

KÜDENFOR Kurucu yöneticisi Amiral Cem Gürdeniz, panelin açılış konuşmasında, “İstanbul, bir deniz şehri. Bir deniz şehri olmasına rağmen İstanbul’un maalesef bir denizcilik müzesi yok. Bizler, amaç olarak denizciliğe dair ne varsa geliştirmek istiyoruz. Denizciliğin gelişmesinin en önemli etkenlerinden biri de müzeciliğin gelişmesidir.” dedi.

KUDENFOR

1.

Gürdeniz, dünya kentlerindeki denizcilik müzelerine ve Türk denizcilerinin sorumluluğunu vurgulayarak, sözlerini şöyle sürdürdü: “Gelişmiş ülkelerdeki gibi deniz müzesi oluşturmak başlıca hedeflerimiz arasında yer alıyor. Kopenhag, Kyoto, Berlin gibi ülkelerde 100’ün üzerinde müze var. İstanbul’un denizcileşmesi lazım. Bu konuda KÜDENFOR olarak elimizden ne geliyorsa yapacağız. Bu tür çalışmalar bu amaca ulaşmak için son derece önemlidir. Ortasında masmavi bir boğazın olduğu şehirdeyiz ama maalesef deniz fakiri bir şehiriz. Bunu kabullenmek mümkün değil. Hepimiz 1950’li, 1960’lı yılların fotoğraflarından etkileniyoruz. İstanbul, kültürsüzlüğe mi teslim olacaktı? Boğazda yalılar,saraylar duruyor ama İstanbul’daki klasik tekneler maalesef 50’yi geçmiyor. KÜDENFOR olarak bu konularda TBMM ile koordineli bir şekilde çalışıyoruz

KUDENFOR 2

2.

Moderatör Mustafa Aydemir de gerçekleştirdiği konuşmasında yöneticilerin denizlerinin öneminin farkına varması gerektiğini vurguladı. Kuratör – Koleksiyoner Reşit Erol ise “Seyr-i Sefain İdaresinden Denizcilik İşletmelerine” adlı serginin yaşanmış öyküsünü dinleyicilere aktardı. Konuşmacı İlker Meşe ise; gemi söküm işi yaparken bu işe nasıl merak saldığını ve bu merakın hangi boyutlara geldiğini belirtti.

(Kaynak: kaptanhaber.com, denizhaber.com, görsel: 7deniz.net)

 

İstanbul Ve İzmit’i Bombalayan Batık İngiliz Denizaltısı “E7”, TRT Ve Türk Deniz Kuvvetleri’nin Ortak Çalışmasıyla Hazırlanan Belgeselle İlk Kez Görüntülendi.

Birinci Dünya Savaşı’nda İstanbul ve İzmit’i topa tutan, Çanakkale Savaşı’nda Nara Burnu’nda batan İngiliz denizaltısı E7, 104 yıl sonra TRT ve Türk Deniz Kuvvetleri Komutanlığının iş birliğiyle hazırlanan belgeselle ilk kez görüntülendi.

Çanakkale savaşında çok sayıda denizaltı da görev aldı. 18 Mart 1915’te savaş gemileri ile büyük bir yenilgi yaşayan İngiliz ve Fransız işgal güçleri, bu defa denizaltılar ile Marmara denizine sızdı. Bu harekat ile amaçlanan Türk ordusunun Çanakkale’ye deniz üzerinden gerçekleştirmekte olduğu sevkiyata engel olmak ve Çanakakle’de savaşan Türk ordusunu mühimattan yoksun bırakmaktı.

Düşman denizaltı harekatlarında 713 şehit veren Türk ordusunun 34 gemi ve 220 yelkenli kaybı oldu. Bununla birlikte 8 işgal gücü denizaltısı batırıldı.

Çanakkale Savaşı’nda görev alan Birleşik Krallık’ın E sınıfı denizaltılarından bir olan E7, 1914’te inşa edildi. 54 metre uzunluğunda, 600 ton ağırlığındaki denizaltıda 31 personel görev yapıyordu.

E7 Mürettaeat

1.

E7, Birinci Dünya Savaşı’nda Çanakkale cephesinde görevlendirilen 10 İngiliz denizaltısından biriydi. Archibald Douglas Cochrane komutasındaki denizaltı, 30 Haziran 1915 yılında sızdığı Çanakkale Boğazı’ndan Marmara Denizine geçti. 25 gün süren bu görevinde; aralarında Yadigar-ı Millet torpidobotu, Biga vapuru ve Bülbül vapuru olmak üzere, çok sayıda deniz taşıtını batırdı.

Üzerinde taşıdığı top sayesinde yüzeydeyken hedeflere ateş edebilme yeteneği olan denizaltı, 15 Temmuz 1915’te İstanbul Galata Limanı’na saldırdı. Zeytinburnu ve Bakırköy’deki barut fabrikalarını topa tuttu. İzmit Körfezi’ne girerek posta, cephane ve asker taşıyan trene saldırdı, demir yolu köprülerini tahrip etmeye çalıştı.

İngiliz E7’nin Batırılışı

Boğazdan yapılan denizaltı sızmalarına karşı mayınların etkisiz kalması üzerine çelik ağlardan oluşan iki sıra hat Nara Burnu çevresine yerleştirildi. Zemine kadar uzanan çelik ağlar deniz yüzeyindeki şamandıralara bağlanmıştı.

Denizaltı, Çanakkale Boğazı’nı ikinci geçişinde  boğazın en dar noktalarından Nara Burnu açıklarında bu çelik ağlara takılarak battı. Çelik ağları taşıyan dubalardaki hareketliliği gören Türk askerleri durumu anlayınca, bölgede bulunan Alman UB14 denizaltısına askerler tarafından bilgi verildi. Alman komutan Heino von Heimburg, 35 metre derinlikte hareketsiz kalan E7’ye su bombaları atınca denizaltı yüzeye çıkmak zorunda kaldı. Denizaltının 3’ü subay 31 kişilik mürettebatı teslim oldu.

Denizaltı komutanı Cochrane, Türklerin eline geçmemesi için zaman ayarlı bomba ile denizaltıyı batırdı. Cochrane ve askerleri esir alındı.

Batığın Yeri Türk Bilim İnsanı Tarafından Belirlendi

Batığın deniz dibindeki olası konumu deniz araştırmacısı Selçuk Kolay tarafından belirlendi.

Batık denizaltı E7 görseli

2.

80 metre derinlikte kumluk zeminde tek parça halinde yatan denizaltının enkazı, TCG IŞIN arama kurtarma gemisinin uzaktan kumandalı su altı cihazı TCB Ahtapot tarafından görüntülendi.TCB Ahtapot Görseli

3.

Sualtı cihazından gelen görüntüler, batığın E7 denizaltısına ait olduğunun teyit edilmesini sağladı.

Selçuk Kolay daha önce TCG AKIN gemisi ile Barbarossa Harekatı ile Karadeniz’de Sovyetlere karşı harekat gerçekleştiren daha sonra denizaltının komutanı tarafından batırılan Alman U23 batık denizaltısının konumu belirlemişti.

TCG IŞIN

Türkiye’nin ulusal olanaklarla inşa ettiği TCG IŞIN, 22 Temmuz 2017’de A-583 borda numarası ile donanmaya katıldı. Gemi, adını 1943’te yaşanan “Refah Faciası” olarak bilinen kazada hayatını kaybeden Deniz Yüzbaşı Zeki Işın‘dan aldı.

TCG Işın

4.

Denizaltılarda meydana gelebilecek kaza ve arıza durumlarında personelin kurtarılması amacıyla hizmete giren 3 gemiden biri olan TCG IŞIN, 3 bin metre derinliğe kadar enkaz kurtarma olanak ve yeteneğine sahip.

TCG IŞIN, 2018’de, 1953 yılında Fethiye Körfezi’ne zorunlu iniş yaptıktan sonra derinliklerde kaybolan Fransız yolcu uçağının enkazına da ulaşmıştı.

 

(Kaynaklar: arkeofili.com,  ozgurkocaeli.com.tr, kocaelikoz.com,  ntv.com.tr  Görsel: arkeolojikhaber.com)

 

 

Boomoon’un “Boğaziçi” Fotoğraf Dizisi Borusan Contemporary’de

Güney Kore’nin en önemli fotoğraf sanatçılarından biri olarak değerlendirilen Boomoon,  Borusan Contemporary’nın çağrısı ile geldiği İstanbul’da Boğaziçi üzerine bir dizi çalışma gerçekleştirdi.

Büyük boyutlu, etkileyici doğa manzaralarıyla tanınan Boomoon’un görselleri, su üzerindeki ışık, form, gölge ve yansımalara dayanıyor.

Kuratör Necmi Sönmez tarafından kaleme alınan sergi tanıtım yazısında Boomooon’un çalışmaları şu sözcükler ile betimleniyor:

“Büyük boyutlu fotoğraflarında bu hareketli yüzeylerin görsel etkilerini çok farklı bir form diliyle ele alan Boomoon, çalışmalarında kullandığı diasec sunum tekniğinin de yardımıyla çok katmanlı izlenimleri izleyicilere sunuyor. Bu soyut fotoğraflar, dikkatli bakıldığında su yüzeyinin arka planını, bu planlardaki ışık, renk, gölge oyunlarını da izleyicilere aktarıyorlar. Kimi zaman balıkların, kimi zaman neyi betimledikleri belli olmayan renk prizmalarının bir görünüp bir kaybolmaları Boomoon’un çalışmalarını titiz bir kurgu anlayışıyla, her detayın hakkını vererek şekillendirdiğinin göstergesi.

Boomoon’un “Boğaziçi” fotoğraflarında mavi, yeşil gibi birçok rengin ve ara tonların adeta bir senfoniyi andırırcasına izleyicilere doğanın ritmini sunduğuna tanıklık ediyoruz. Sonsuza kadar tekrarlanacak olsa da her seferinde izleyeni farklı düşünce dünyalarına sürükleyen dalgaların ritmi, suyun yaşam kaynağı olarak yorumlandığı Zen felsefesine de gönderme yapıyor.”

Sergi, 25 Ağustos 2019 tarihine kadar görülebilir.

 

(Kaynak: borusancontemporary.com)

Boğazın ve Denizin Kıyısında “BENİSTANBUL”

100 fotoğrafçının, İstanbul farklı yerlerinde, 2016 yılı boyunca çektikleri fotoğraflardan oluşan seçki, 11 Şubat Cumartesi günü Caddebostan Kültür Merkezi’nde açılan sergi ile izleyicilerin karşısına çıkıyor.

“BENİSTANBUL” fotoğrafçı Niko Guido’nun bir sanat girişimi olarak uzun soluklu bir proje olması planlanmış.

Burada en önemli amaç, İstanbul’un gelişen ama aynı zamanda hızla değişen yüzünü fotoğraflarla belgeleyerek kayıt altına almak ve gelecek kuşaklara miras olarak aktarılacak büyük bir arşiv oluşturmak.

Sergide yer alan sanatçılar, İstanbul’da süre gelen yaşamın çok farklı alanlarını fotoğraflamakla birlikte; kentin özellikle İstanbul Boğazına ve denize dönük olan yüzüne yönelik kareleri, bu büyüyü fotoğraf sanatının yorumu ile izlememize olanak sunuyor.

029813_tepe

benist3

benist6

(Kaynaklar: kultursanat.kadikoy.bel.tr, turktime.com)

Ne Biçim ? Ne İçerik ? : Kabataş Martı Projesi

Skop‘tan alıntılanan yazı, Kabataş Martı Projesi: İstanbul’un Dubaileştirilmesi ve Mimarın Etiği başlığı ile yayınlanmıştır.)

Kabataş Martı Projesi: İstanbul’un Dubaileştirilmesi ve Mimarın Etiği

Yazar: Cihan Uzunçarşılı Baysal

Kentsel Mekânın Dubaileştirilmesi

Dubaileşme ya da Dubaileştirilme[1] literatüre çok yakınlarda giren bir kavram. Bir zamanların mütevazı balıkçı kasabası ve kaçakçıların sığınağı Dubai’nin, Körfez sermayesi tarafından keşfiyle, gösterinin ve imajın ölçütünün şirazesinden çıktığı, tüketim çılgınlığının tavan yaptığı bir yapay cennete, bir küresel kent ikonuna dönüştürülüşünü tanımlıyor. Birleşik Arap Emirlikleri’nde, Basra Körfezi boyunca yer alan Dubai’nin kavurucu iklimi gibi burnunun dibindeki savaş bölgeleri de cazibesine halel getirmiyor ve yepyeni bir kentsel marka olarak pazara çıkıyor. İş bitirici, girişimci Emir’i ya da daha doğru bir tanımlamayla kentini pazarlayan CEO’su, Muhammed el-Maktum’un becerikli ellerindeki Dubai, küresel sermayeyi cezbetmeyi başararak hayal mühendisliği kentleşmesinin ve gösteri toplumunun en başarılı örneği oluyor; öyle ki kapitalizmin bir diğer arzu nesnesi, çölde yoktan var edilen Las Vegas kentine bile nal toplattırıyor![2]

Mike Davis, “Dubai’de Kum, Korku ve Para” adlı makalesinde[3] kente ait ilk izlenimini uçaktan aktarır: “Uçağınız alçalmaya başlarken, cama yapışıp kalırsınız. Aşağıdaki manzara olağanüstü şaşırtıcıdır”. Hilaller içinde palmiyeler formundaki yapay adalar ve buralardan yükselen eğlence parkları, lüks oteller ile alışveriş merkezlerinden oluşan gökdelenler ormanı, yüksek katlı ikonik binalar, binlerce malikâne, dünyanın en büyük marinası, Ege’den Endülüs’e, Piramitlerden Coloseum’a replika kentler, anıtlar… Konukları görsel bir şenlik karşılar. Göz şenliği, kızgın çölde, kar yağdırıp kayak yaptıracak kadar çılgın projelerle devam eder; yeter ki cebinizde bol paranız olsun![4]

Gösterinin hemen her alanı ele geçirdiği çağımızda, kitle iletişim araçlarındaki teknolojik gelişmelerden beslenen medya ve sosyal medya vasıtasıyla imajın üstünlüğü yüceltilmekte ve küreselleştirilmekte. Bu çerçevede, mimarlığın da imaj/gösteri tarafından ele geçirilişine şahit olmaktayız. Yerelin kimliğiyle ilgisiz, mekânla bağlamı olmayan, bölgenin tarihinden ve kültüründen kopuk, gerçeklikten uzak, salt gösteri toplumunun arzu ve taleplerine göre şekillendirilmiş, imajı öne çıkartan kentsel mekânlar inşa edilmekte. Mimari, yerelin kimliğini ya da mekânın içeriğinin özgünlüğünü/otantikliğini sunmak yerine fantezilere ve planlama kaprislerine indirgenirken, çok yıldızlı mimarlar da hayal mühendisliği yaparak yapay cennetler, ikonik mekânlar ve binalar inşa etmekteler. David Harvey, bir mülakatında, 1960’larda mimarların çoğunun kendilerini “urbanist” saydıklarından salt binaları değil kenti ve kentsel bağlamı da göz önünde tuttuklarını anlatır. Oysa günümüzde, mimarlığın başına gelen şeylerden biri –ki Harvey bundan üzüntü duymaktadır– bir zamanlar kentsellikle ilgilenen mimarların şimdi artık sadece mimari projelerin özelliklerine odaklanmaları ve binaların inşaatıyla ilgilenerek bunların birer parçası oldukları kentsel bağlamı unutmalarıdır.[5]

Öte yandan, bu şekilde bağlamından kopuk bir kent inşasının şahikası olan Dubai, başta Ortadoğu ve Asya kentleri olmak üzere diğer kentler açısından varılması gereken bir hedef ve amaç olmuştur. Küresel bir markaya dönüşmüş Dubai’deki gibi ‘en yüksek, en uzun, en büyük, en dikkat çekici, en heyecan verici, en…binaları/mekânları/altyapı projelerini’ inşa etmeye çalışan kentler Dubai gibi olmak için birbirleriyle yarışmaktalar. Böylece, neoliberalizmin kentleşmesinde, Dubai örneği diğer kentleri etkileyerek ele geçirmekte, kendine benzetmekte, kısaca Dubaileştirmektedir. Bu durumda, Dubai’de ya da Dubaileştirilmiş mekânlarda var olmak hem her yerde hem de hiçbir yerde olmak anlamına gelmektedir. Mekânın ruhunun, özgünlüğünün imaj tarafından katledilişine ve bu katliamda mimarın failliğine şahit olmaktayız.

Zurnanın zırt dediği yere gelirsek… Böyle bir yapay cennet nelerin üzerini örtmektedir? İkonik imajın ardında saklanan gerçeklikler nelerdir? Guy Debord, Gösteri Toplumu adlı eserinde tüketim toplumunu eleştirir. Debord’a göre, gösteri, kendini asla sorgulanamayacak ulaşılmaz bir gerçeklik olarak sunar ve böylece görünenin iyi olduğunu dayatarak kitleleri kolaylıkla boyunduruğu altına alır. Kentsel gelişme modeli olarak salt imajlara, ikonik binalara/mekânlara odaklanan ve görünenin iyi olduğunu/mutluluk getirdiğini dayatan Dubaileşmenin cilalı imajı, aslında, yerel olanın, otantik olanın yok edilişi, çevre ve doğaya verilen geri dönüşsüz zararlar, ikonik kentleşmeye yer açmak için yerel nüfusların ve alt gelir gruplarının zorla tahliyeleri, mülksüzleştirilmeleri, emekçi cinayetleri, toplama kampı misali inşaat şantiyeleri, sosyo-mekânsal olarak ayrışan kentler, kentsel kamusal alanların özelleştirilmeleri, kenti kent yapan niteliklerin kaybı vb. bil cümle acıtıcı gerçeklik barındırır.

Mike Davis’in yukarıda alıntıladığımız makalesinin yer aldığı kitabın ismi Kötücül Cennetler’ dir. David Harvey’in (2008) altını çizdiği üzere, bu kötücül cennetlerde, “Ortadoğu’da Dubai ve Abu Dabi gibi yerlerde, petrol zenginliğinden kaynaklanan artığı mümkün olan en göze çarpan, toplumsal olarak adil olmayan ve çevresel olarak savurgan yollardan silip süpüren, suç açısından saçma değilse de şaşırtıcı büyük-kentleşme projeleri ortaya çıktı”.[6] Harvey bu sözleri 2008 yılında değil bugün söylemiş olsaydı, hiç kuşkusuz listeye İstanbul’u da eklerdi. Kentliler için yaşanabilecek, gelecek nesiller içinse sürdürülebilir bir kent yaratmak yerine, dünyanın en büyük havalimanı, en geniş köprüsü, en büyük dolgu parkı, en uzun denizaltı yürüyüş tüneli gibi en…en… mekânlar ile ikonik binalar inşaatına odaklanmış girişimci merkezî ve yerel yönetimlerimiz, İstanbul’un doğasına, çevresine, tarihine, kültürüne, nüfuslarına geri dönülmez zararlar vererek İstanbul’u el birliğiyle bir kötücül cennete dönüştürmekteler. İstanbul’un Dubaileştirilmesine giden yolu döşeyen, işbirlikçi mimarın, plancının, kurul üyesinin, üniversitenin failliğinin de ayrıca not düşülmesi gerek.

Kabataş Transfer Merkezi Projesi ve Mücadele

Bu bağlamda Kabataş’a yapılacak kanat çırpan martı formundaki dev transfer merkezinin kent düzlemine tercümesi, görselliğin/imajın ön plana çıkartılmasıyla tüketim toplumuna yönelik ikonik kentleşmenin, Dubaileşmenin, kentin çok önemli bir tarihî bölgesini ele geçirmesidir.

Proje kamuoyunca yeni duyulmuş olsa da, doktoralı mimar belediye başkanımız Kadir Topbaş’ın 2008’den bu yana hayaliydi. Bir kısmı deniz doldurularak yapılacak devasa transfer merkezinin çevresinde lokantalar ve kafeler, zemin altında da dükkânlar, sergi ve müze salonları ile 1000 araçlık bir otopark yer alacağından, İBB her ne kadar “AVM yapılmayacak” dese de küçük ölçekli muadilleri vasıtasıyla martının kanatları altından epey rant beklendiği açıktır ve zaten gösterinin ardındaki gerçeklik de tüketim, daha çok tüketim, her vesileyle tüketimdir! Depremini bekleyen kentte dolgu alanların risklerini ya da deniz ekosistemlerine zararlarını açmaya gerek yok ama mesele cilalı imaj ardındaki rant ise gerisi laf-ı güzaf; insan hayatı bile!

Mimar Sinan’ın özel eseri Fındıklı’daki Molla Çelebi Camii’nin kuzey tarafındaki bahçe duvarı sınırı hizasından başlayacak proje, yine önemli bir mimarımız, Balyan’ın Bezmi Alem Valide Sultan Camii’ne uzanarak Dolmabahçe Sarayı’nın silüetini de etki alanı içine alacak. Saaadet Özen’in Magma Baykuş’ta yer alan ilgili yazısıyla devam edersek, “Denizden bakıldığında Dolmabahçe Sarayı’nın siluetinin yanına herhangi bir yapıyı yakıştırabilmek için…yüzlerce kez düşünülmesi… gerekirken”,[7] tepeden inme bir ben yaptım oldu projesinden çıkan devasa martı kuşu bu tarihî bölgeyi ve özellikle Mimar Sinan’ın denizden görünümü eşsiz Molla Çelebi Camii’ni tamamen bloke edeceği gibi, Kabataş’tan görünen tarihî yarımada manzarasına da devasa martı kanatları çakacak.

Projenin hem mimarı hem de yüklenicisi olan Hakan Kıran, boynuzlu ucubesi Haliç Köprüsü ile muhteşem Süleymaniye’nin siluetini katletmemiş, Sinan’ın bir başka önemli eseri Sokullu Mehmet Paşa Camii’ni ve Topkapı Sarayı ve çevresinin eşsiz manzarasını bloke etmemiş gibi şimdi de Aşkabat Havalimanı’ndan esinlenmiş çakma kuş projesiyle Kabataş’ı tarihinden, mekânından, hafızasından kopartarak Dubaileştirecek. Nitekim, projeye karşı itirazlarını yükseltenlere İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) tarafından yollanan notta yer alan “Bu meydanla İstanbul’un marka değerinin arttırılmasına ve uluslararası tanınırlığına katkıda bulunmak da hedeflenmiştir” cümlesi sirkatin söylemedir. İstanbul Kent Savunması’nın (İKS) öne sürdüğü üzere çok mütevazı bir projeyle ve kısa bir süre içinde Kabataş Meydanı ve ulaşım ağı pekâlâ düzenlenebilecekken, amaç ikonik martıyla kentin marka değerini artırmaktır.

 

galataport_02

Fatih’in 500 küsur yıllık tersaneleri üzerine kurulmak istenen Haliçport’tan başlayacak olan soylulaştırma, ticarileştirme, yayasızlaştırma, lüks oteller bölgesine dönüştürülmekte olan Karaköy’de kurvaziyer turizmine yönelik Galataport projesiyle devam ederek Kabataş’ta sonlanacaktır. Fındıklı-Kabataş arası, kentin en keyifli yürüyüş güzergâhlarından, kullanım alanlarından biri daha gasp edilecektir. Emeğin mekânı tersaneler, tarihinden, mekânından, bağlamından kopuk, tamamen ticari ve turistik amaçlı dönme dolaplı, otelli, alışveriş merkezli Haliçport projesi ile Dubaileşirken, Kabataş’taki ikonik martı, İstanbul’un Dubaileştirilmesine kanat çırpacaktır!

İBB’nin İKS üyelerine gönderdiği görselli açıklamada, Kabataş ile Üsküdar arasında İstanbul Boğazı’nın altından geçen 1,9 km uzunluğunda bir yaya geçiş tüneli de bulunmaktadır. Bu yazı kaleme alınırken, Üsküdar’a Harem Otogarı’ndan boşalacak bölgeye, Londra’daki dev dönme dolap London Eye’ın aynısının yapılacağı haberleri basına çıkmıştır. Tek fark, İstanbul Eye, Avrupa’nın “en büyüğü” olacaktır.[8] Böylece, denizin altından yürüyerek İstanbul Eye’a binenler, karşılarındaki devasa bloka bakıp, “İşte martı gördük” diyebilirler! Dünyanın en güzel deniz yollarından birine sahip İstanbul’un sakinleri, denizin üzerinden gitmek ve gerçek martılarla simit paylaşmak yerine hangi akla hizmet denizin altından gitmeyi tercih etsinler? Sözü yine İKS’ye verirsek, buradaki asıl amaç devasa bir yapı ve ek inşaatlar vasıtasıyla rant sağlanmasıdır. Transfer merkezi için bu kadar büyük bir inşaat projesine ihtiyaç yoktur ve bu devasa projenin hiçbir kamu yararı da yoktur.[9]

İstanbul Kent Savunması, projenin ilk duyulduğu günden itibaren detaylara ulaşmayı ve halkı bilgilendirmeyi görev edindi. Gayri şeffaf, anti demokratik, tepeden inme projeye karşı ardı ardına basın açıklamaları yaptı; el ilanları ve broşürlerle projenin tarihî alana, çevreye ve doğaya vereceği zararları ve ayrıca hukuksuzluğunu İstanbullulara aylarca yerinden, Kabataş’tan anlattı. OHAL sürecinde de meydan kapatılana dek Kabataş nöbetlerini kesintisiz devam ettirdi.[10] Burada ilginç olan, OHAL’e ve baskıcı ortama karşın, İstanbulluların koşa koşa imza atmaya gelmeleri; meydanı ve iskelelerini sahiplenmeleriydi. Toplanan 20.000 imza Büyükşehir’e teslim edildi; ancak Gezi ertesinde bir otobüs durağının yerini dahi halka soracağını ilan eden Belediye Başkanı, sözlerini unuttu, halkın taleplerini kaale almadığı gibi iktidarın olağan taktiğini kullanarak iskelelerine, kentine sahip çıkanları provokasyonla suçladı.[11] Girişimci, pazarlayıcı yönetimden aksini beklemek sürpriz olurdu. Peki ya projenin mimarı Hakan Kıran’dan?

Ya da soruyu genel olarak sorarsak, binlerce yıllık geçmişi, tarihi, özgün mekânlarıyla çok özel bir kent olan İstanbul’u İstanbul olmaktan çıkartan/çıkartacak projelerin altında imzası olanların, geriye dönüp baktıklarında nasıl bir vicdan muhasebesi yaptıklarını; ya da böyle bir yüzleşme yapabilme ahlakına sahip olup olmadıklarını sorsak?

Mimarın Etiği

Prof. Arif Hasan, Asya Barınma Hakkı Koalisyonu kurucusu, uluslararası ödüllere sahip Pakistanlı bir şehir plancı ve mimar. An Alternative to the World Class City Concept isimli çalışmasında, dünyadaki marka kent gidişatına karşın alternatif bir kent modeli arar ve önerilerini şöyle sıralar:

Kentsel projeler: 1) Bölgenin ekolojisini tahrip etmemeli; 2) Orta-alt ve alt gelir gruplarının ihtiyaç ve çıkarları doğrultusunda olmalı; 3) Kentsel rant yerine sosyal ve çevresel etmenleri dikkate almalı; 4) Somut ve somut olmayan kültürel mirası korumalı. Kendisi, bazı mimari projelerindeki tamir edilemez zararı görerek, 1983’te Hipokrat yemini benzeri bir yemin yaratmış ve hep sadık kalmıştır:

Ekolojiyi ve çevreyi tamir edilemez bir şekilde zarara uğratacak projelerde yer almayacağıma; yoksulluğu artıran, insanları yerlerinden eden ve somut olmayan kültürel miras değerlerini, çok-sınıflı kamusal alanları ve binaları yok eden projeler yapmayacağıma; bunları gerçekleştiren tüm projelere karşı çıkacağıma ve uygulanabilir alternatif projeler geliştireceğime…

Hasan, yaşadığı kent Karaçi’nin geldiği noktayı anlatırken önemli bir gerçeğe de parmak basar: “Eğer kentimdeki diğer 20 önemli mimar daha benzer bir yemin etmiş olsalardı, muhtemelen çok farklı bir kentte yaşıyor olacaktık.”[12]

İstanbul’u İstanbul olmaktan çıkartarak Dubaileştiren projelerin altında imzası olanlardan Arif Hasan olmalarını bekleyebilir miyiz? Hasan’ın vurguladığı üzere, çevre ve insan sevgisinden yoksunların bu ilkeleri gerçekleştirmeleri zordur. Yerel yönetimlerin bol kazançlı projeleri önünde sıraya girmek yerine her biri İstanbul için idam fermanı olan bu projeleri elinin tersiyle itme ahlakını gösterebilecek, Arif Hasan’ın ettiği yemin benzeri bir andı kıblesi kılacak kaç çok yıldızlı mimarımız vardır? Ama o zaman o çok yıldızlı mimarlık ofislerinin ve rant kapılarının kapanma, yanlarında çalışanların ve kendilerinin de işsiz kalma tehlikesi olacaktır değil mi?!

Son Söz

Belleği silinen, ruhunu kaybeden, özgün mekânları, tarihi ve kültürü Dubai’ye koşulan, sahili, ormanı, bostanı, denizi tahrip edilen ve son kertede İstanbul’dan gayri her şeye benzeyecek olan bu kentte “Simit sat onurlu yaşa!” çağrısını İstanbulkırım failleri mimar ve plancılara hatırlatırken, İstanbul’un Arif Hasanlarının da elbet bir gün ortaya çıkacağı inancı ve umuduyla mücadeleye devam!

[1] Dubaization olarak geçmekte. Konuyla ilgili www.dubaization.com Dubai ile ilgili olarak: Yasser Elsheshtawy; Dubai-Behind an Urban Spectacle, Routledge 2013.

[2] Mike Davis ; Daniel Bertrand Monk (ed) Dreamworlds of Neoliberalism-Evil Paradises. Mike Davis; ‘Sand, Fear and Money in Dubai’ 48-69 ; 2007.

[3] age

[4] age

[7] Saadet Özen; ‘Kör Kazma Kabataş’ta’; Magma Baykuş; Eylül 2016.

[9] İstanbul Kent Savunması: 10 Maddede Kabataş Martı Projesine Hayırhttp://www.yapi.com.tr/haberler/10-maddede-kabatas-marti-projesine-hayir_146763.html

Venedik’te Bir Baştarda

15. Venedik Bienali Uluslararası Mimarlık Sergisi “Reporting from the Front / Cepheden Bildirmek” teması ile düzenleniyor. Türkiye, sergiye kendi pavyonunda yer verdiği Darzana adlı projeyle katılıyor.

Feride Çiçekoğlu, Mehmet V. Kütükçüoğlu, Ertuğ Uçar’ın kuratörlüğünü yaptığı proje, Caner Bilgin, Hande Ciğerli, Gökçen Erkılıç, Nazlı Tümerdem, Yiğit Yalgın’ın oluşturduğu takımının ürünü. Ayrıca projeye Cemal Emden, Namık Erkal kuratörlük desteği sağlıyor.

Darzana; genelde Akdenizli kimliğini özelde ise Akdeniz’in iki ucunda bulunan Venedik ve İstanbul arasındaki bağı vurguluyor. Zaten projenin adı olan Darzana ,  Türkçe’de tersane ile İtalyanca’da aynı anlama gelen arsenale kelimeleri, Arapça’daki “Dara’s-sina’a” (sanayi yeri) ortak kökeninden geliyor.

Benzer biçimde; proje üzerine yapılan açıklamalarda “melez olma” durumu  baştarda sözcüğünün etimolojisinde olduğu kadar; tekne tipinin niteliğinde de kendisini gösteriyor. Sözcüğün “nesebi belirsiz” anlamı – bastardo ve bastarda – projenin melezlik vurgusuna dair ipucu veriyor; denizcilik anlamındaki tarihine gidersek Osmanlı döneminde kadırga ile kalyon arasındaki bir geçiş türü, hem kürekle, hem yelkenle yol alan melez bir tekne.

bastarda_image

Tekne inşaatının yapıldığı ve sonrasında teknelerin suya bırakıldığı denize dik konumlanmış “göz” denilen mekanlar, farklı kimliklere ve ölçeklere sahip Venedik ve İstanbul tersanelerinin ortak noktasını oluşturuyor. Bugün Arsenale’de sergi mekanlarına ev sahipliği yapan bu gözler, Darzana projesi ile Haliç kıyılarında inşa edilmiş bir tekneye olan Darzana‘ya ev sahipliği yapıyor. Ertuğ Uçar da projeye ilişkin yapılan tanıtım sunumunda, “Bienal için bir baştarda inşa ediyoruz. Haliç kıyılarındaki tersaneye unuttuğu işlevini hatırlaran bir tekne inşa etmek istiyoruz. Sonra bu tekneyi parçalarına ayırıp Venedik’e taşıyıp orada da bir son gemi inşa etmek istiyoruz. Bu gemiyle iki şehrin de bir yana bırakılmış, unutulmuş hikayelerini, ilişkilerini hatırlatmak istiyoruz.” diyerek açıklamıştı.

103

Darzana, din, dil, ırk, milliyet, cinsiyet gibi muhtelif aidiyetlerin kutsandığı, bu aidiyetler üzerinden sınır ve cephe tanımlarının yapıldığı, çatışmaların körüklendiği bir ortamda evrensel değerlere övgüde bulunan bir proje olarak görülmeli.

Darzana, 28 Mayıs – 27 Kasım 2016 tarihleri arasında Türkiye pavyonunda sergilenecek.

(Haberin Kaynakları: arkitera.com, turkiyepavyonu16.iksv.org/)

Işık Denizinde bir Gezgin : Félix Ziem

Ziem Müzesi ve Martigues Belediyesi iş birliğiyle gerçekleşen Işık Denizinde Bir Gezgin: Félix Ziem sergisi, 10 Kasım 2016 – 29 Ocak 2017 tarihleri arasında Pera Müzesi’nde düzenleniyor.

Serginin küratörlüğünü Lucienne Del’Furia ve Frédéric Hitzel üstleniyor.

Ziem

Ziem- 3

İzlenimci akımın habercisi olarak kabul edilen 19. yüzyıl resmine damgasını vuran Fransız Sanatçı Felix Ziem, çoğunlukla deniz ve kentin iç içe geçtiği İstanbul’u ve Venedik’i konu alan resimleriyle biliniyor.

Sergi, eskizler, desenler ve aynı zamanda sanatçının kimi zaman yaşamı boyunca sakladığı yağlıboyalar olmak üzere; Martigues Ziem Müzesi’ndeki çoğunluğu ağırlıklı olarak Venedik’in ve İstanbul’un konu edildiği yapıtlardan  oluşuyor.

felix ziem - view of istanbul

Felix Ziem sergisinin kataloğu, hazırlanarak basımı yapıldı. Katalog ve içeriği hakkında bilgiye aşağıdaki Denizci Kitaplığı bağlantısından ulaşabilirsiniz:

Felix Ziem sergisi Kataloğu

Denizci Kitaplığı : Işık Denizinde Bir Gezgin: Felix Ziem

(Haberin Kaynaklar: peramuzesi.org.tr, commons.wikimedia.org)