Denizci Toplum

Yükleniyor...

Denizci Toplum

Denizci Toplum

T ü r k D e n i z c i l i k K ü l t ü r ü H a r e k e t i

M. Rediker’in “Korsanlar, İşgalciler, Köleler: Frantz Zéphirin’in Sürreel Tarihleri” Başlıklı Yazısı, Denizaşırı Sömürgeciliğin Haiti’de Bıraktığı İzleri Zéphirin’in Yapıtları Üzerinden Ele Alıyor.

Tarihçi/Yazar Marcus Rediker, “Korsanlar, İşgalciler, Köleler: Frantz Zéphirin’in Sürreel Tarihleri” başlıklı makalesinde, kendisi tarafından kaleme alınan Outlaws of the Atlantic: Sailors, Pirates, and Motley Crews in the Age of Sail başlıklı kitabının kapağında neden Haitili sanatçı Zephirin’in Korsanlar adlı resmine yer verdiğini anlatıyor.

Yazı, büyük toplumsal çalkantıların etkisiyle biçimlenen Haiti sanatının, Batılı sanatçılar üzerinde bıraktığı derin etkiye değinirken, Frantz Zephirin’in yapıtları üzerinden Haiti’ye gemilerle gelen sömürgecilerin, toplumun ortak bilinçaltında yer eden görünümlerini değerlendiriyor.

(Marcus Rediker’in 2014 yılında Beacon Broadside’da yayınlanan Motley Crews and the Crucible of Culture: The Art of Frantz Zéphirin başlıklı bu yazısı, Türkçe’ye Elçin Gen tarafından çevrilerek e-skop‘ta yayınlandı.)

Korsanlar, İşgalciler, Köleler: Frantz Zéphirin’in Sürreel Tarihleri

Köle Gemisi: İnsanlık Tarihinde Bir Yolculuk (Outlaws of the Atlantic: Sailors, Pirates, and Motley Crews in the Age of Sail) adlı kitabımın kapağında yer alan eser, Haitili ünlü sanatçı Frantz Zéphirin’in Korsanlar adlı resmi. Ben bu resmi uzun bir yolculuğun sonunda keşfettim. 2000’lerde Haiti eserleri topluyordum, Zéphirin de ilgimi çeken sanatçılardan biriydi.

Haiti’nin tarihi beni nicedir büyülemiştir, özellikle de modern tarihin en büyük köle isyanlarından biri sonucunda yaşanan o büyük devrimci özgürleşme hareketi (1791-1804). Bu küçük ada ülkesi aynı zamanda dünyanın en muhteşem halk sanatı geleneklerinden birine sahip – yeryüzünde kişi başına düşen ressam sayısının en yüksek olduğu yer burası. Avrupa sürrealist hareketinin lideri André Breton’un 1945’te Haiti’ye gittiğinde keşfettiği gibi, Haitili ressamlar düpedüz sihri resmediyor. Breton, vudu rahibi Hector Hyppolite’in resimlerini gördüğünde, bu dudak uçuklatan resimler sayesinde kendi hatalarının farkına vardığını söylemişti.

Haiti, oldum olası insanları buluşturan bir kavşak olmuştur. 1940’ların sonunda ilk Haitili sanatçı kuşağının mensuplarından olan Gerald Bloncourt şöyle yazıyor:

Haiti sanatını anlamak için, bu ülkenin kültürel anlamda gerçek bir eritme potası olduğunu görmeniz gerek. Karayip yerlileri; İspanyol işgalciler; Kıyı Kardeşliği adı altında birleşen dehşetengiz vurguncular; haydutlar ve Fransa’dan gelmiş her türden korsan; İngilizler ve otuzdan fazla Afrika kabilesi, bu potada biraraya gelmiştir.

Peter Linebaugh’la birlikte, tam da bu “karmakarışık tayfa”yı konu alan The Many-Headed Hydra: Sailors, Slaves, Commoners, and the Hidden History of the Revolutionary Atlantic (Beacon Press, 2000) adlı bir kitap yazmış biri olarak, Haiti sanatına hemen kapıldım.

Özellikle merak ettiğim hususlardan biri, Haitili halk sanatçılarının tarihlerini sanat aracılığıyla kayda geçirme, hatırlama ve neşretme biçimleriydi. Bence kimse bu anlamda Frantz Zéphirin’in eline su dökemez. Girift sürrealist eserleri, vudu ile siyaseti ve tarihi son derece derin ve etkileyici bir tarzda birleştiriyor. Amerikan yerlilerini, korsanları, köleliği, köle isyanlarını işlediği resimleri beni tam anlamıyla büyülemişti. Eserleri, Bloncourt’un sözlerinin vücut bulmuş haliydi.

Frantz Zéphirin, “Sömürgeleştirmeyle Yüz Yüze Kalan Yerlinin Ruhu

Aldığım ilk resimlerden bir tanesi Zéphirin’in Sömürgeleştirmeyle Yüz Yüze Kalan Yerlinin Ruhu adlı eseriydi. Karayipli bir kadını tasvir ediyor, arkada bir İspanyol gemisi (“El Conquistador”) var. Sömürgeciliğin kaosuyla, yaban hayvanlarla etrafı sarılmış yerli kadının yüzünde, Avrupalı işgalcilerin yerli halklara uyguladığı soykırımın simgesi olan kızıl ölümün maskesi var. Alnına hunharca nakşedilmiş bir haç görülüyor. Yüzünün çevresinde, zorla maruz bırakıldığı kültürel asimilasyonun işaretleri olan harfler ve sayılar var. Göğsüne açılmış bir oyuktan daha koyu bir figür dışarı bakıyor: kadın ölünce, İspanyol ve ardından Fransız sömürge sisteminin zoraki işçisi olarak onun yerini alacak Afrikalı’nın yüzü. Yeni Dünya’nın kökenlerine ilişkin çarpıcı bir alegori.

Zéphirin’le, 2007’de Pittsburgh’da, ortak dostumuz olan Haitili galerici Bill Bollendorf’u görmeye gittiğinde tanışma fırsatı buldum. Onun Haiti tarihine olan merakı, benim de köle gemilerinin tarihine olan ilgim (bu konuda daha yeni bir kitap yazmıştım) üzerine uzun uzun sohbet ettik. İki gün sonra derme çatma atölyesine gittiğimde, Brooks Köle Gemisi adlı resmini bitirmek üzereydi. Britanya’da kölelik karşıtlarının, okur-yazar kitleye köle ticaretinin dehşetini göstermek amacıyla 1788’de yayınladığı meşhur Brooks çizimine bir göndermeydi bu resim. Zéphirin’in resmettiği zindan gemisinden, insanın zihnine kazınan kırmızı gözler fırlıyor. Avrupalı tayfa hayvan suretinde resmedilmiş: Timsah suretindeki kaptanın elinde, köleleştirilmiş yerlilerin çalıştırılacağı toprakların senedi var; ikinci kaptan, Azrail suretinde. Vudu deniz tanrısı Agoue, yeni canlarla dolu bir kargonun geldiğini haber veriyor. Geminin dış kısmında, köpek balıklarına yem olsunlar diye zincirlenmiş bir grup asi köle var, her birinin boynuna takılmış levhada farklı bir Afrika etnisitesi yazılı, verilen mesaj şu: “çoktan, bir yarattık”. Kölelerden ikisi, sağda Toussaint L’Ouverture, solda Boukman Dutty, zincirlerinden kurtulmuş, umutla kaldırdıkları yumruklarıyla, önderlik edecekleri Haiti Devrimi’ne işaret ediyorlar. Zéphirin bu resmi alacağımı anlamıştı, aldım da. Kendisi müthiş bir ressam olmasının yanında, zeki bir iş adamı aynı zamanda.

Britanya kölelik karşıtı hareketinin ikonik imgelerinden Brooks köle gemisi çizimi, 1788. Büyütmek için resme tıklayınız. Çizim o dönem, Plymouth, Philadelphia ve Londra’da çok sayıda kitapçık ve ilanda kullanılmıştır. Köle gemisine ilişkin veriler, Britanya limanlarına yanaşan köle gemileriyle ilgili bir meclis soruşturmasından alınmıştır. Dip dibe yerleştirilmiş kargonun, sıradan ürünlerden değil birbirine zincirlenmiş insanlardan oluştuğunu görmek için çizimlere yakından bakmak gerekiyor.

Frantz Zéphirin, Brooks Köle Gemisi

Ondan sonra hep, kitaplarımdan birinin kapağına bir Zéphirin resmi koymayı hayal ettim. Outlaws of the Atlantic’i bitirince, editörüm Gayatri Patnaik’le kapak resmi konusunda teatide bulunurken aklıma hemen Zéphirin geldi. Modern çağın başlarında denizde geçen hayatın son derece sürreel bir yanı olduğunu düşünmüşümdür hep; Haitili sanatçının da, bu duyguyu yakalayıp aktarabileceğine inanıyordum. Sonra Korsanlar adlı resmini hatırladım – deniz haydutluğunu işleyen, kocaman, apaydınlık, rengârenk bir eserdi bu. Korsan tayfasının, ele geçirdikleri gemiye çıkıp saldıran hayvanlar olarak tasvir edildiğini görünce bu resmin kitabım için ideal olduğunu düşündüm – deniz hayatı vardı, korsanlar vardı, bambaşka insanların biraraya gelişindeki renkliliği yansıtıyordu. Zéphirin’le konuştum, o da resmi kapakta kullanmamıza izin verme nezaketini gösterdi. Kitabın okurlarıyla buluşması için bundan mükemmel bir yol düşünemiyorum. 

Rob Sharp, Art Review’da Yayımlanan Makalesinde “Louise Michel” İnsani Yardım Gemisinin ve Mültecilerin, Batılı Basın Kuruluşlarındaki Temsiliyetinde Özünden Nasıl Arındırıldığını Konu Alıyor

Rob Sharp’ın Art Review’da kaleme aldığı “The Ambivalent Victory of ‘Banksy’s Boat’” başlıklı yazısı Derya Yılmaz’ın çevrisi “Banksy’nin Gemisi” başlığı ile e-skop’ta yayımlandı.

Sharp, makalesinde Banksy’nin “Louise Michel” adlı gemisine ilişkin olarak basında yer alan haberlerde, okuyucu sayısı göz önüne alınarak; tanınmış sanatçı Banksy’nın başlıca etken özneymiş gibi sunulduğunu, deniz mültecilerinin insani niteliklerinden arındırılmış belirsiz, iradesiz figürlere indirgendiğine dikkat çekerek; bu haberlerin Batılı kamuoyuna yönelik belirsiz bir destek arayışı içeriğinin bulunduğunun altını çiziyor.

Avrupa Birliği, kıyılarına ulaşan insanlara zulmetmeye devam ediyor. Geçen hafta, Britanyalı sokak sanatçısı Banksy’nin finanse ettiği bir arama kurtarma gemisi, Akdeniz‘de katıldığı bir kurtarma operasyonuyla, tehlike altında olan yüzlerce insana yardım etti. Bu yazının yazıldığı sırada, gemiye alınan insanlar İtalyan sahil güvenliği tarafından tahliye edilip başka gemilere alınmıştı.

AB üyesi ülkeler, 2018’den beri, hükümet dışı organizasyonların arama kurtarma faaliyetlerine katılan mürettebat üyeleri aleyhine toplam 40 idari ve cezai işlem başlattı; bunların 10’u sadece geçen yıla ait ve işlemler sonucunda gemilere el konabiliyor. Avrupa Birliği Temel Haklar Ajansı’nın verilerine göre, 2016 yılı ile Temmuz 2020 arasında faal olan arama kurtarma gemilerinin büyük kısmı, hem cezai işlemlerin sonuçlanması beklendiğinden, hem de Avrupa limanlarındaki pandemi yasakları nedeniyle halihazırda faaliyet göstermiyor. Banksy‘nin finanse ettiği kurtarma gemisinin kaptanı Pia Klemp aleyhine de İtalya’da “yasadışı göçe yardımcı olmak” suçlamasıyla dava açıldı. Louise Michel gemisi, 18 Ağustos’ta İspanya’dan yola çıkmış, Guardian gazetesi geminin faaliyetleri hakkında özel dosya yapmıştı.

Hükümetlerin her türlü insani yardım sorumluluğundan el çektiği, temel insan haklarını ayaklar altına aldığı bir siyasi sistemdeki bu dehşet verici işlevsizliğin sonuçlarından biri de, onlar yerine devreye giren hükümet dışı aktörlerin ortaya çıkması. Pembe Louise Michel gemisinin yan tarafına Banksy‘nin en çok alıcı çekecek eserlerinden birinin kopyası boyanmış. Kurtarma faaliyetiyle ilgili haberlerin neredeyse hepsinde Banksy‘nin ismi ve geminin üstündeki eserin fotoğrafı manşette yer alıyor. Konuyla ilgili olarak internette arama yaptığınızda karşınıza çıkan ilk (optimize edilmiş) manşet: “Banksy mültecileri kurtarmak için gemi finanse ediyor” – hem okur sayısı hem de bu sayıyı artıran algoritmalar gözetilerek, sanki Banksy arama kurtarma faaliyetinin öznesiymiş gibi sunulmuş. Bu yalnızca insan hayatıyla veya aktivizmle ilgili etik bir mesele değil: İnsani yardım faaliyetini ve trajediyi fırsatçı bir gösteriye dönüştüren bir ekonomik ve itibarî kâr sistemi var ortada.

“Banksy’nin Gemisi” hakkında okuduğumuz haberlerde, sığınma hakkı arayan insanlar, Lilie Chouliaraki’nin ifadesiyle “son derece müphem figürler” olarak tasvir ediliyor – insani niteliklerinden soyundurulmuş, marjinalleştirilmiş, her türlü faillikten veya kendi seslerinden mahrum bırakılmış olarak:

tüm görünürlük rejimleri, nihayetinde, insani niteliklerden soyundurmaya yönelik sembolik stratejilerin damgasını taşıyor. İster kitleselleştirme, ister kötüleme, ister çocuklaştırma, ister marjinalleştirme veya estetize etme stratejileri söz konusu olsun, Batı’nın kamusal görselleştirme alanlarında mülteciler son derece müphem figürler olarak beliriyor: muhtaç bir beden, aciz bir çocuk, ırksal bir “öteki”, dilsel bir simge veya yürek burkan bir çizim. “Bizler” sürekli bir şeyler yapmaya davet edilirken, mültecilerin kendi faillik potansiyelleri ortaya konmuyor – tehdit görsellerindeki meşum terörist portreleri hariç.”

Bu tür görseller, Avrupalı izleyicileri harekete geçirmeye yönelik belirsiz birer çağrı işlevi  görüyor; haberlerin merkezinde yer alan insanlar hakkında ise hemen hemen hiç bilgi verilmiyor – tıkış tıkış toplanmış, titreyen, can yelekli figürlere indirgeniyorlar. Alan Kurdi’nin ölümü üzerinden beş yıl geçti ve izleyiciler artık Akdeniz’den gelen, haber akışlarında mütemadiyen tekrarlanan bu acı dolu görüntüleri kanıksadı. Medyada mültecilerle ilgili haberlere ilişkin incelemeler, başlarda oluşan empati ve dayanışma duygularının geçici olduğunu, ayrıca bu tür duyguların oluşmasının izleyicilerin mevcut değerlerine bağlı olduğunu gösteriyor.

Başka boyutları hesaba katmaksızın salt Banksy’nin buradaki dahlini eleştirmek, kurtarılan insanların hayatını göz ardı etmek anlamına geleceği gibi, kendini istemeden bu olayların içinde bulan onurlu insanlara da haksızlık olur. Dahası, bugüne dek pek çok toplumsal adalet davasına destek veren Banksy’nin bu konuda karmaşık bir sicili var (Örneğin bkz. İsrail’in Kuruluşunu Hicveden Banksy Filistinliler Tarafından Protesto Edildi, Banksy Gazze’deBanksy’nin Kasvetli Disneyland’iBanksy: Politik Sanatın Uzlaşmacı Yüzü). Fakat bu son hamlenin ikircikli bir zafer olduğu söylenebilir. Bu tür gösterilerin etkisi geçip gider. Haber akışı değiştikten sonra, kurtarılan insanlara ne olduğu meçhul – kimse bunu sormaya tenezzül etmiyor.

 

(Kaynak: e-skop.com)

Deniz Ekosisteminin Sorunlarını Sanat Kavramlarıyla Aktarmada Benimsenebilecek Bir Yaklaşım Biçimi: Antroposen Sanatı

(Alıntılanan bu yazı e-skop.com‘da “Antroposen Sanatı Bir Dövüş Sanatıdır: Paul Ardenne’le Söyleşi” başlığı ile yayımlanmıştır)

Büyük ekolojik altüst oluşlar karşısında sanat ne yapabilir? Elinden pek bir şey gelmez gibi görünüyor. Oysa birkaç zamandır yeni bir akım beliriyor. Çevreye ilişkin meseleler konusunda kaygı duyan, doğadan ilham alan, yeniden kullanım süreçlerine önem veren bu ekolojik sanat bir bilinç mücadelesi olarak kendini ortaya koyuyor. Aşağıda, konu hakkındaki ilk başvuru kitabı olan Un art écologique’in (Le Bord de l’Eau, 2018) yazarı, sanat tarihçisi ve küratör Paul Ardenne’le yapılan söyleşiyi sunuyoruz.

Un Art Ecologie

Ekolojik sanatı nasıl tanımlarsınız?

En büyük özelliklerinden biri doğal dünyaya, yeryüzüne, bitkilere ve hayvanlara derin bir bağlılık duyan bir sanat olması. Sanatçıların bir kısmı hava kirliliği, deniz seviyesinin yükselmesi, küresel ısınma, buzulların erimesi, biyoçeşitliliğin çöküşü gibi çağımızın büyük sorunlarıyla uğraşmaya yöneliyor.

Gerçek bir ekolojik sanat, hiç şüphesiz bir etik ilke üzerine kurulu olmalıdır. Olafur Eliasson’un Paris’teki COP21 sırasında buzul parçaları getirtip enstalasyon olarak kullandığı Ice Watch’ı gibi cafcaflı ve çevreye zarar veren yaratımlar söz konusu olduğunda ise, ekolojik bir sanattan değil, “ekolojik konsensüs” sanatından söz edilebilir en fazla. Yani moda olduğu için ekolojiden söz eden bir sanat… Esasında bir ekolojik sanat eserinin hakikati, tevazusunda ve gönül yüceliğinde yatar.

En radikal biçimler ise peyzajcılık veya bahçıvanlıkla özdeşleşenler: Mel Chin veya Free Soil gibi sanatçılar, “el değmemiş” doğayla saflığı içinde yeniden bağ kurmaya çalışıyorlar. Mesela yok olmuş bitki türlerini yeniden yetiştiriyorlar.

Dolayısıyla ekolojik sanat çeşitli biçimler altında ifade edilen çok sayıda farklı öneriyi kapsıyor: insanın doğayla arasındaki hassas ilişkiyi aşan son derece güzel ve yalın biçimler söz konusu olabilir mesela, bu da çevreyi sevmeyi yeniden öğrenmeye kapı aralayabilir. Yahut yelpazenin diğer ucunda, izlemeye ama aynı zamanda harekete geçmeye, gösteriyi aşarak bir eylemci-izleyici olmaya çağıran açıktan politik eserler olabilir.

Haake 3

Hans Haacke, Ren Nehri Su Arıtma Tesisi (1972) ve Krefeld Atık Su Triptiği’nden detay. Haacke, Batı Almanya’nın Krefeld kentindeki Haus Lange müzesinde iki ay boyunca sergilenen bu çalışmasında, Ren nehrinden gelen kirli suyu arıtan bir düzenek kurar. Arıtılmış su, içinde akvaryum balıklarının yüzdüğü bir havuza akar. Düzeneğe eşlik eden Krefeld Atık Su Triptiği başlıklı dokümanlarda, Krefeld belediyesinin her yıl Ren nehrine boşalttığı 42 milyon metreküplük atık su miktarında en yüksek paya sahip olan sanayi tesisleri kaydedilmiştir. Kaynak: T. J. Demos, “The Politics of Sustainability: Art and Ecology”.

Peki bu akıma ilişkin bir başvuru kitabı kaleme alma isteğiniz nasıl oluştu?

Neredeyse 40 yıldır çağdaş sanat üzerine çalışıyorum ve plastik sanat alanında çevre meselelerine daha fazla eğilinmemesi bana giderek garip, şaşırtıcı ve en sonunda bir skandal gibi görünmeye başladı. Üstelik başka mecralarda, mesela sinema veya çizgi romanda bu konu ta 1970’li yıllardan beri işleniyor. Ama nedense plastik sanat bu meselelere pek eğilmiyor.

Ekolojik sanat konusunda bir sentez oluşturmaya çalışan nispeten yeni sayılabilecek tek eser Andrew Brown’un Art & Ecology Now (2014) kitabı: Peyzaj, ifşa gibi alanlarda çalışan sanatçıların derlendiği iyi bir eser, ancak sorunsalın bütünlüğünün kavranmaya çalışıldığı, nereden gelip ve zaman içinde nelerle bağlantılı olarak geliştiğini anlamaya çalışan bir inceleme değil.

Bu alandaki bilgisizliği nasıl açıklayabiliriz peki?

Öncelikle satılması zor eserler bunlar, çünkü çoğu fiilen manzaranın içine yerleştirilmiş, kaldırıp duvarınıza asabileceğiniz türden eserler değil. Öte yandan koleksiyoncuların alımlarına yön veren ekonomi açısından da anlamlı sayılmazlar. Büyük çağdaş sanat fuarlarına gittiğinizde çoğunlukla aynı eser tipini görürsünüz. Plastik formlar son derece konvansiyonel olmaya devam ediyor. Hatta içerikler de öyle: beden, kent, hayatını anlatan insanlar vs. Ekolojik meselelerle uğraşan, gerçek anlamda politik eserler nadir.

Ayrıca sanatı bir eğlence türü olarak görüyorsanız, baktığınız şeyi sevmeniz gerektiğini düşünüyorsanız, burada da bir problem var, çünkü bu ekolojik eserlerin çoğu pek cezbedici sayılmaz, “bakın gezegene ne yaptık, bu iğrenç” dedirtmeyi amaçlayan bir kederlenme hissiyatı uyandırırlar daha ziyade.

Bu konudaki en kapsamlı arşiv GreenMuseum.org. Ekolojik meseleler hakkında çalışan plastik sanatçıların kendilerinin beslediği, geliştirdiği bir veritabanı. Yüzlerce isim var burada ve bakınca bunların neredeyse tümünün tanınmayan kişilerden oluştuğunu görürsünüz.

Bu akımın daha fazla gelişeceğini düşünüyor musunuz?

Ekolojik sanatın günümüzün sanatı olarak kutsanacağını sanmıyorum. Ama emin olduğum bir şey varsa o da sanat tarihinin gözünde giderek daha fazla önem kazanacağı. Çünkü neyin kalıcı olduğu, dönemine göre yenilik taşıdığı ve çağdaş dünyadaki gelişmelerle bağlantılı olduğu sanat tarihi alanında değerlendiriliyor.

Empresyonist sanatçılara bakın, kendi dönemlerinde büyük akademik sanatçıların yanında esameleri okunmazdı. Bugün ise bu şema tümüyle tersine çevrilmiş durumda. Ekolojik denilen sanatın öncü eserleri, yaratıldıkları çağda hiç fark edilmedi neredeyse. Joseph Beuys ve 7000 Meşe’si 1982’de pek ilgi uyandırmamıştı ama bugün sanat tarihine yazılmış efsanevi bir eser halini aldı. Bu çalışmaların giderek daha fazla duyulacağını, tanınacağını düşünüyorum.

 Kitabın sonunda “antroposen sanatı”ndan söz ediyorsunuz…

Evet, bir çeşit etiket bulma biçimi bu. Çünkü “ekolojik sanat” adlandırması fazla geniş. Bir antroposen sanatından bahsetmek ise daha spesifik: kendi çağımıza ait bir dövüş sanatı bu, insanın faaliyetleri aracılığıyla Dünya sistemine telafi edilmez biçimde etki ettiği antroposen, çağına has, çoğu kez etik ve siyasal tercihlere dayalı problematikler etrafında dönen bir sanat.

Yani bu sanatın çevre mücadelesine katkısı olabileceğini mi düşünüyorsunuz?

Bana öyle geliyor. Kötümser olmamak lazım fakat yanılsamalar içinde yüzmenin de alemi yok: Ekolojik alandaki angajman, bu sorunun ciddiyetinin yanında çok hafif kalıyor. Bu açıdan bakıldığında, her geçen gün daha da gelişmesi ve belki de sorunlara daha uyarıcı biçimde temas etmesi gerekiyor. Çevre mücadelesine katılımı kışkırtmak aynı zamanda siyasal açıdan, seçim dönemlerinde çevreye ilişkin büyük davaları savunan kişilere daha fazla itibar kazandırabilir mesela. En temelinde bilinçlenme meselesinin yattığı bir sanat, bu. Sesi ne kadar yankılanırsa, olumlu anlamda bilinç gelişmesine o kadar katkıda bulunabilir. İçinde yaşadığımız koşullara baktığımızda, bunun adil bir dövüş olduğu aşikâr.