Denizci Toplum

Yükleniyor...

Denizci Toplum

Denizci Toplum

T ü r k D e n i z c i l i k K ü l t ü r ü H a r e k e t i

Ö. Taburoğlu’nun “Zamanda Hareketler: Denizaltı Filmleri” Başlıklı Yazısı, Bu Ürkütücü Savaş Makinasını Konu Alan Yapımları, Kuramsal Bir Çözümleme İle Değerlendiriyor

Özgür Taburoğlu’nun e-skop’ta yayınlanan “Zamanda Hareketler: Denizaltı Filmleri” başlıklı yazı; “Das Boot”, “Crimson Tide”, “Call of the Wolf”, “Glory”, “Kızıl Ekim”, “Kursk” ve “Greyhound” adlı filmler üzerinden denizaltı gemisini kuramsal bir çözümleme ile ele alıyor.

Öte yandan yazar, insan zihninin ürettiği bu en tehlikeli savaş makinesine, onun tüm bileşenlerine ve görünümlerine ilişkin olarak bilinçaltımızın bizlere fısıldadıklarını, doğrudan belirlemelerle; seslendiriyor.

Zamanda Hareketler: Denizaltı Filmleri Üzerine

Özgür Taburoğlu – e-skop

3/5/2021

İhsan Oktay Anar’ın Kitab-ül Hiyel’inde (2012) Yafes Çelebi’nin icat ettiği makinelerden birisi de bir “tahtelbahir”, ya da denizaltıdır. Fakat Yafes Çelebi makineyi denerken içerisine rahat bir şekilde yerleşemez. Çelebi, metin boyunca çok farklı düzenekler icat eder fakat denizaltında diğer araçlara göre daha dar bir yere sığmaya çalışır. Öncekilerde bu kadar yerden tasarruf etmemiştir. Üstelik “canavar şeklinde tasarlanmış” bu düzenek sessizce ve görünmeden hareket etmelidir. Savaş makinesindeki korkutucu görünümü artırmak için uzun bir boyun ve dört ejder kafası da ekler. Bu kafaları hem “dehşet saçmak” hem de periskop gibi etrafı görmek için kullanır. Anar romanlarındaki temel olaylardan birisini icra eden Yafes Çelebi, kendisini padişaha beğendirmeye çalıştığı gösteri sırasında bu canavar tarafından “yutulma” tehlikesi yaşar. Taht ile tabut arasındaki yakın ilişki onun kısa ve sorunlu seyrüseferi sırasında da kendisini gösterir. Denizaltıyla suya daldığında makine ile kendi benliği arasındaki sınırın belirsizleştiğini fark eder.

Onun başına gelenler muhtemelen tüm denizaltı sakinlerinin tecrübe ettiği bir durumdur. Bir kara veya hava aracında olmanın yarattığından daha yoğun bir kapalı yer duygusunun etkisiyle duyusal, duygusal bir karmaşa yaşarlar. Kapandıkları yerde diğer araçlara göre “güçlerin, cebirlerin ve kuvvetlerin” bileşimi daha iyi hesaplanmış olmalıdır. Dar bir yere çok sayıda cihaz ve insan uyum içinde sığmalıdır. Örneğin denizaltılarda “sıcak yatak” uygulamasında olduğu gibi, üç vardiya halinde aynı dar yatak paylaşılmalıdır. Omuz genişliğini aşmayan yatakların tutumlu tasarımı sayesinde yatak sürekli sıcak kalır. Bu sebeple denizaltına giren ve günlerce suyun altında kalan için bu mekanik yapı kendi bedeni ve zihninin doğrudan bir uzvu, uzantısı olur. Makinenin insan bedeniyle arasındaki mesafe olabildiğince azalır, kusursuz ergonomi arayışı takıntılı düzeylere çıkar. Gemi boşluklarından kurtulur.

Yafes Çelebi de beden ile makinenin birleştiği böyle bir metabolizma içinde kendi benliği ile tahtelbahir arasındaki ayrımları kaybeder. Denizaltı gibi bir tertibatta makine nerede başlıyor beden nerede bitiyor duyusu kaybolur, beden şeması karışır. Çelebi diğer icatlarıyla mesafesini daha rahat korur ama tahtelbahirde bunu başaramaz. Diğerlerini daha çok kendi iradesiyle idare ederken, denizaltı onu ele geçirir. İçerisinde olağan bir dünyanın sınırlarını yitirdiği cihaz içinde “iktidar susuzluğu” gibi sıhhatsiz bir hale girer. Anar, diğer kitaplarında da ürettiği mekanik diline, düşüncelerden ve duygulardan uzak tahkiye benzeri üslubuna birkaç satır ara verir ve adamın başına gelenleri lirik cümlelerle anlatır:

O, Dünya’daki bütün güçlerin ve fiillerin öznesi olmak peşinde koşmuş, böylece bir demir külçesini müzik kutusuna dönüştürdüğü gibi, Dünya’yı ve içindekileri de bir makinaya dönüştürmeye çalışmıştı. İşin acıklı yanı, kendisinin de bir makina olduğunu sanmış, ona durmadan yeni parçalar, çarklar, kasnaklar, somunlar, dişliler, bıçaklar, tabancalar, toplar ekleyerek sakatlığını telafi etmeye kalkmış, fakat bu koltuk değneklerinin gideremediği sakatlığı arttıkça artmıştı. ‘İktidar makinesi’ dediği şey, yani onun öz varlığı, sonu gelmez isteklerle büyüdükçe tutkuları da devleşmiş, bu yüzden o, nefret ettiği zaaflarını ortadan kaldırarak benliğindeki son insanca kırıntıları da yok etmişti. Oysa zayıflık denen şey hayat, iktidar ise ölüm değil miydi? O, tabiatın kuvvetlerine hükmetmeye çalışmış, ama aynı kuvvetler onu, yarattığı canavarın içinde kıstırmışlardı.

Das Boot (1981) filminden.

Kapalı Yer Sevgisi

Denizaltı filmlerinin izleyicileri için, klostrofobi yerine kapalı yer sevgisini imleyen “klostrofil” gibi yeni bir ruhsal durum icat etmek gerekli gibidir. İçerisindekiler için katlanılmaz olabilen bu kapalılık, izleyiciler için huzur veren, dingin bir mekân olabilir. Benzer bir başka ilgiyi uzay gemilerinde geçen filmlerde bulabiliriz. Ama insanın kapsamlı eklentiler olmadan yaşayamayacağı bu iki ortamdan uzay boşluğunda ilerlemek nispeten daha ferah bir devinimdir. Denizaltılarsa hareketsiz durabilmek ve ses çıkarmamak gibi temel gereksinimler etrafında inşa edilir. Deyim yerindeyse icat edilmiş en paranoyak makinelerdir. Sadece başka varlıkların, makinelerin değil, kendi çıkardığı seslerin de dinlendiği hidroforlar, sonar düzenekleriyle donatılmıştır. Denizaltının değişik konumlarına yerleştirilmiş alıcılar sayesinde belli eşiklerin üzerine çıkan sesler susturulur. Kendi sessizliği diğer gemilerin daha rahat işitilmesini sağlar. Temel işlevi görülmeden görmek, işitilmeden işitmek olduğundan kusursuz bir panoptik tertibattır.

Crimson Tide (1995) filminin bir yerinde, dünyadaki en güçlü üç kişinin, Rusya ve ABD başkanlarının yanında bir nükleer denizaltının kaptanı olduğu dile gelir. Kaptan, görev öncesi mürettebatla konuşurken, üretilmiş en tehlikeli ölüm makinesinin içine girmek üzere olduklarını söyler. Nükleer olsun olmasın herhangi bir denizaltının tehlikesi, taşıdığı silahların niceliğinden ziyade yarattığı panoptik korkudan ileri gelir. İyi işleyen bir denizaltıdan gelen saldırı gaipten, kestirilemez bir yerden gelen, öznesi ve nesnesi belirsiz bir tehdit gibi tanımlanabilir. Karada veya havada seyreden birçok başka savaş makinesine göre daha mütevazı olsa da ülke sınırlarını ölçüsüzce genişletebilir. Üstelik karada veya havada işleyen savaş araçları kadar çok sayıda olmaları gerekmez. Nükleer denizaltı, savaşan veya savaşmayan makinelerin oluşturdukları besin zincirinde en yukarıda yer alır. Çünkü her yerde ve zamanda bilkuvve mevcut, tekinsiz bir varlıktır. Havyanlar dünyasında da benzer şekilde besin zincirinin tepesindeki canlılar her zaman en büyük, en güçlü ya da en cesaretli türlerden oluşmaz.

Denizaltı kaptanı suyun altına, telsiz erişiminin kaybolduğu derinliğe çekilip diğer başkanların egemenlik alanından ve nüfuzundan uzaklaştığında kendi âleminin hükümranı olur. Bu özgüvenle Crimson Tide’da denizaltı komutanını oynayan Gene Hackman, dar gemiye köpeğini de götürür, kapalı odalarda purosunu içmekten çekinmez. Denizaltı filmlerinde özellikle nükleer tehlike ortamında kaptan kıyametle aramızda duran tek irade sayılabilir. Schmidt’in istisnai kararlar alabilen karizmatik egemenlik alanı en çok onda mana kazanır. Deniz üstündeki başkanlar, bürokrasi, diplomasi ve başkaca yönetsel düzenekler arasında kalırken, bir kaptanın kararlarıyla arasında sadece ikinci kaptan (XO) bulunur. Ama emir-komuta zincirinde o da vasıfsız kalır. Kaptan Hackman, ikinci kaptan Denzel Washington’a demokrasiyi korumak için demokratik olmayan bir işleyişe ihtiyaç olduğunu söyler. Filmin ana fikirlerinden birisi de yeryüzünün kaderini bu kadar ölçüsüz bir karizmatik yetkenin, ölümcül bir makinede keyfince gezinen bir adamın vicdanına terk etmenin mahzurları üzerinedir. Yakın zamanda kaptanlardan Başkan’a aktarılan balistik füze fırlatma yetkisi de, karizmatik otoritenin bürokratik olanla yer değiştirmesine dair Weber’in işaret ettiği temel çevrimi gösterir.

Yersiz Zamanlar

Paul Virilio, Hız ve Politika’da (1998) balistik füzeler ve nükleer denizaltıların ortaya çıkmasıyla beraber yeni bir jeostratejik döneme girdiğimizi yazar. Çünkü yüklendiği füzelerle okyanusun derinliklerinde aylar boyunca sessiz ve hareketsiz bekleyebilen bu makinelerin yarattığı tekinsiz dünyada saldırının ne zaman ve nereden geleceğini kestirmek olanaksızdır. Boyut olarak çok büyük olmayan bir denizaltının mevcudiyeti ona sahip olan ülkenin topraklarını kıtalar ve okyanuslar ötesi bir genişliğe ulaştırabilir. Bu habis cihazların saklandığı yeri bulmanın son derece zor olması, sonar operatörlerini böyle bir zamanın kahramanlarına dönüştürür. Denizaltından gelebilecek arızi sesleri veya pervaneden kaynaklanan düzenli gürültüleri işitebilen sonar operatörü, başka bir denizaltının varlığını işittiğinde sadece bir savaş makinesinin yerini belirlemekle kalmaz. Bunu başardığında diğer bir ülkenin egemenlik alanı sınırlanır; bütün okyanusa yayılan kıta sahanlığı büzülerek olağan mesafesine çekilir. Başka bir denizaltını işitmek ile gaipten sesler duymak arasında benzerlikler bulunabilir. Bir başka paranoyak makineden gelen derin sesleri duymak için operatörün aldığı şekillerse bir şamanın tuhaf beden diline benzer. Das Boot (1981) filminde sonar operatörünün aynı zamanda gemide sıhhiye askeri de olması onu bir iyileştirici gibi de gösterir bizlere.

Das Boot filminde zaman boyutunda kaybolmuş sesleri işitmeye çalışan sonar operatörü gaipten sesler duymaya çalışırken…

Yakın zamanlı Call of the Wolf (2017) filminde ise sonar operatörü işitme duyusunu kaybettiğinde izleyici bir yas havasına girer. Çünkü her yerde sessizce yer tutabilecek bir denizaltının varlığını ayırt etmek için tek karşı silah onunki gibi bir kulaktır. 1990 yapımı Kızıl Ekim filminde Amerikan denizaltındaki sonar operatörü denizden gelen sesleri bir müzik eseri gibi dinler. Üstün bir müzik zevki olan kahraman, yatay, dikey ve çemberler halinde dizilmiş hidroforlardan, sonarlardan gelen türlü melodileri, deniz yüzeyindeki müzikleri dinler.

Suyun altında tek duyusal kaynak seslerdir. Görmeden işiterek yol alan makinenin belirli bir görev tanımı olsa da, karşı taraf için istikametsizdir. Virilio’nun “heryerdeliğin gelişmesi” olarak adlandırdığı bir değişimin faillerinden olan denizaltılar uzamdan çok zaman içerisinde hareket eder. Her an her yerde olabilecek bir varoluş edinir. Görece yavaş ve hantal bir savaş aracı zaman boyutunda sonsuz hızlarda yer değiştirir. Okyanusun herhangi bir yerinde yeniden yüzeye çıkabilir. Çünkü onun hareketi zihinlerde gerçekleşir. Ona dair belirtileri de sadece iyi bir çift kulak yakalayabilir. Bir denizaltı felaketini anlatan Kursk filminde Rus suüstü gemisinin kaptanı düşmanın belirsizleşmesinden söz eder. Sorun artık düşmanın nerede olduğunu bilmemektir ona göre. Bu şekilde düşmanın zihninde hareket ederek zamanda yolculuk yapan denizaltı, uzay aracının ışık hızıyla yer değiştirmesine benzer bir yetenekle donanmış sayılabilir.

Takatini ve yaşam kaynaklarını yenilemek için su yüzeyine aylarca çıkması gerekmeyen nükleer denizaltı, gövdesinde taşıdığı füzelerle Küba füze krizinin süreğen bir taşıyıcısı gibi yer değiştirir. Schmidt ve Agamben’in “istisnai durum” dediği olayı sürekli kılmak üzere denizin altında bir yerlerde bekler. Limandan ayrıldıktan sonra suyun altında kaybolması yeterlidir. Onunla ilgili son istihbaratın ardından herhangi bir yere doğru yol almış olabilir. Tüm denizaltı filmlerinde geminin bu şekilde açıklarda törensel bir şekilde suya dalmasına mutlaka tanık oluruz. Örneğin Wagner operasından bir pasajla veya gemideki yüceliğe eşlik eden lirik bir müzikle suda kaybolur. Sonrasında orada beklese de amacını gerçekleştirmiş olur: “Stratejik denizaltının hiçbir yere gitmesi gerekmez, denizde batmadan durması” yeterlidir.”

Bu şekilde bekleyen denizaltı çalışanları dar mekânlarda, kapalı bir makinede zamanın geçmediği bir yerde dursalar da zaman boyutunda gerçekleşen bir savaşın failleri olurlar. Onlar mutlak bir hareketsizlik, sessizlik, dinginlik, darlık içinde olsalar da, düşmanlarını yersiz bir zamanın içerisine çekerler. Denizaltı suda kaybolduktan sonra kazandığı heryerdelik (ubiquity) ile mekânı ilga eder ve artık zaman boyutunda ilerlemeye başlar. İlerleyişi hareketsiz durmak şeklinde de olabilir. Bu koşullarda yer bilgisi üzerine temellenen jeostratejinin temelleri değişir ve artık uzamın yanında zamanı da hesaba katmak gerekli olur.

Yapıtlarında farklı kinetik imkânlar üzerine düşünen Virilio’ya göre denizaltı “yok olmanın eşiğinde” duran bir makinedir. Hızın uzamda kaybolması, yavaş bir makinenin yarattığı tekinsizlik askerî disiplinleri de yeniden düşünmeye sevk eder. Artık nerede konumlandığınızın, nereye doğru ilerlediğinizin önemi kalmadığında coğrafya dersleri de gereksizleşir. Askerî güç ilişkilerindeki değişim her zaman mekânların daralması ve zaman boyutundaki genişlemelerle bağdaşıktır. Dromoloji adını verdiği bir öğreti içinden zaman veya uzamda hareket eden varlıkların şekil verdikleri bir dünyayı anlamaya çalışan Virilio, en iyi saatçilerin aynı zamanda en güçlü sömürge ülkeleri olduğunu yazar. Zamana egemen olmakla denize, karaya veya uzaya hükmetmek arasındaki koşutluk askerî tarih içerisinde doğrulanabilir.

Bir suüstü gemisinde geçen Greyhound (2020) filmi, İkinci Dünya Savaşı yıllarında denizin içinde fazla kalamayan denizaltıların bile ne kadar etkili olduğunu gösterir. Bunları fark edince Crimson Tide’da denizaltı kaptanının gemisini “yaratılmış en öldürücü silah” olarak nitelendirmesi biraz daha anlaşılır olur. Denizaltılar yer değiştirme olanaklarını artık mekânda aramayan zihinsel bir yapılanmanın ürettiği makinelerdir. Onun gibi eklentiler sayesinde coğrafya gerçekten de kader olmaktan çıkar. Mekâna bağımlı olmayan araçlarla sürdürülen savaşlar sadece askerî değil, siyasal, ekonomik veya kültürel savaşların da kurucu modelini oluşturur. Niteliği değişen kinetik parametrelerle tanımlanan bir savaşta yavaş, sessiz ve görünmez ama etkin bir sızma, nüfuz etme, algı yönetimi gibi eylemler olanaklı olur. Mekânda izlenemeyen bu tür muhayyel hareketler, komplo teorilerinin de zeminini oluşturur.

Paranoyak bir savaş makinesi olarak denizaltı, aynı anda hem yüce hem zelil bir şey gibi izlenebilir.

Yüce ve Zelil

Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü metnini, bir türlü ayar tutmayan, aynı coğrafyada farklı zamanları gösteren, yeni kinetik imkânlardan uzak insanların dramı gibi okuyabiliriz. Memleket saat ayarı yapılamadığında kendi ülkenizde bile toprağa tam olarak bastığınız belirsiz kalabilir. Tanpınar Huzur’da İhsan’ın uzun konuşmalarından birisinde de ülke insanının toprağa yerleşmekte yaşadığı müşkülü dile getirir. Yersizlik zamanda hareket etmeye de mani olur sanki.

Böyle bir zamansızlık içerisinde bırakın başka coğrafyalara gözünüzü dikmeyi, kendi toprağınızda bile yerleşik bir hayat oluşturamazsınız. Diğer yandan, zeminden çok zamana egemen olmak yakın zamanlı kolonyal düzenlerin esasını oluşturur. Post-kolonyal kuram biraz da bu değişimin izlerini araştırır. Tarihin hiçbir döneminde sömürge olmadığını farz eden bir memleketin de yeni koloni düzeni içinde egemen imparatorluğun eyaleti olabileceğini anlatır. Yeni sömürge düzenleri de denizaltılar gibi mekânda görünmeden zamanda yer değiştiren faillerin girişimlerinin bir sonucu gibi anlaşılabilir.

Mekândaki olanaklara değil de zamandakilere odaklanan koloni sonrasının habercisi bir denizaltının suya girmesi paralel bir evrene geçmek gibi de anlaşılabilir. Mekân ile zaman arasında sınır oluşturan su yüzeyinde yer değiştirir. Gözün değil de kulağın hükmünde bir başka dünyaya geçer. Bu görkemli eyleme bir Wagner eserinin eşlik etmesi çok anlaşılır olur bu durumda. Filmlerde böyle sunulan denizaltının Kant’ın “yüce” dediği nesnelerden birisi olduğundan kuşkulanmayız. Bu yüceliğin bir başka işareti de denizaltının seyirciye hemen gösterilmemesidir. Tekinsizliğiyle yüceliği iç içe olan tüm varlıklar gibi o da zamanı gelince, onu görmeye hazır gözlere görünür. Kant’ın genellikle büyük doğa şekillerinde ve olaylarında bulduğu, idraki yoran yüce görüngüler, belirsiz bir güzellik duyusu yaratırlar. Cüsseleri metafizik bir başka dünyanın gerçeğine de temas eder. Bu sebeple bir kutsallık da taşırlar.

Öte yandan yüceliğin arka yüzündeki zilleti de ayırt edebiliriz. Güzellik bizi kaygılandırmaz ama yücelik atfettiğimiz şeylerin öte-dünyaya temas etmesi onlarla karmaşık, ikili bir ilişki kurmamıza neden olur. Durkheim, Mauss, Kristeva veya Agamben, müşterek bir vurguyla yüce ve zelil olanın genellikle aynı bünyede toplandığını dile getirirler. Çünkü yüce şeyler bizim alışkanlıkla mekânın ufku içerisine yerleştirdiğimiz sınırlara kayıtsız görüngülerdir. Bu sebeple beden ve zihin şemalarımızın sınırlarını bozarlar. Bu sınırsızlaşmanın tipik belirtisi de tiksinmedir. Julia Kristeva, doğduğumuz zamandan başlayarak yücelik ve zillet duygularını birarada tecrübe ettiğimiz bir ruhsal gelişimin hikâyesini anlatır. Büyümek, büyülenmekle tiksinmek arasında bir dalgalanma gibi deneyimlenir.

Belki de bu sebeplerden, denizaltı filmlerinin kahramanı olan denizaltılarla bir çeşit tenzih ilişkisi içerisine gireriz. Karanlık ve tekinsiz cihaz hemen görünmez, peçesini açmaz. Onu görmeye dayanabilecek gözlere görünür. Kızıl Ekim’de güvertede olduğunu sonradan anladığımız denizaltı kaptanının önce yüzünü görürüz ve ardından denizaltı önümüzde büyümeye başlar. Sean Connery, biraz da amaçsızca büyük olan Tayfun sınıfı bir geminin kaptanını canlandırır. Sovyet görkem arayışının karşılığı cüsseli cihazlardan birisini idare eder. Demir perde açıldıktan sonra sahipsiz kalan alet edevatlara ilgiyle bakan bir merakın eseri olan bu gibi filmler, yıllarca saklanmış sırları, gizemleri ortaya dökülen bir canlının kalıntılarına yönelik merakla seyredilir. Sovyetler Birliği’nin kendisi de, onyıllarca, demir perde dışındaki gözlerin yüce olduğu kadar zelil bir şey gibi büyülenerek ve kaygılanarak izlediği tekinsiz bir başka görüngü değil midir zaten?

Das Boot özellikle denizaltındaki kapalı yer duygusuna yönelik etkili anlatımıyla sanat değeri taşıyan bir film sayılabilir. Film, ilk kez zaman boyutunda hareket eden bir savaş aracıyla karşılaşan medeniyetin yüzleştiği sorunlar üzerinedir. Denizaltındakiler çeşitli saldırılar altında hayatta kalmayı başarsalar da, karaya çıktıkları ilk anda yok edilirler. Onların dünyasında sadece başka denizaltılar gerçek bir tehdit oluşturur. Su yüzeyine çıkınca zamandan uzama geçen bu araçlar son derece hantal, güçsüz ve abes bir araca dönüşür. Diğer yandan suyun altına girdiği anda düşmanını hareketsiz kılan, sınırsız bir paranoyaya teslim eden bir savaş makinesi olur. Kuşkusuz denizaltıların dâhil olmadığı savaşlarda da saklanmak, yerini gizlemek bir savaş tekniği olarak uygulanır. Binlerce yıllık Savaş Sanatı böyle hilelerden söz eden bir kitaptır. Ama bu şekilde saklanmak uzamda gerçekleşen bir eylemdir. Oysa etkili bir denizaltı dışarıda değil içeride, düşmanın kafasında saklanır.

Greyhound filmi U-Boot’ların sebep olduğu bir paranoya üzerinedir. Nereden ve ne zaman ortaya çıkacağı bilinmeyen ve bu sebeple her yerden ve her zaman gelebilecek bir şeye karşı kendinizi savunmak olanaksızdır. Fimde bir suüstü gemisinin kaptanını canlandıran Tom Hanks, biraz Moby Dick’le savaşan Kaptan Ahab’a benzer. Moby Dick’te bir denizaltı gibi davranan balina da gemiyle sadece mekân boyutunda savaşmaz. İntikamcı beyaz balina mekânın ötesinde hareket eder.

Nükleer denizaltıyla beraber savaşın en çağdaş ve etkili biçimi kemâle erer. Böyle bir denizaltı, limanlarından denize açıldığı ülkenin sınırlarını bütün dünya yapar. Savaşın, diplomasinin, siyasetin etkili bir biçimini denizin içinde açılan bir zamana taşır. Bu sırada alan, mesafe ve madde olarak bilinen dünyanın eşiği yok olurken, zaman içerisinde genişleyen bir başkasına yerini bırakır. Denizaltı filmleri bunu yansıtmasa da, Deleuze’ün belirlediği gibi İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra çekilen filmlerde uzamda yaratılan “hareket-imge”nin yanında “zaman-imge” de belirir. Yani denizaltının kendine özgü hareketlerinin sunduğu modelde olduğu gibi yeryüzüne farklı şekillerde yerleştiğimiz, kolonileştirdiğimiz bir dönemde sadece savaş teknikleri değişmez. Sanat, edebiyat, felsefe, teknik veya müspet ilimlerdeki uzamsal belirlenimler de zamansal olanlarla yer değiştirmeye başlar.

Chris Burden’ın Dallas Sanat Müzesi Koleksiyonunda Yer Alan Yerleştirmesi: “Amerika Birleşik Devletlerinin Tüm Denizaltıları”

Amerikalı sanatçı Chris Burden’ın  1987 tarihli “Amerika Birleşik Devletlerinin Tüm Denizaltıları” adlı yerleştirmesi Dallas Sanat Müzesi’nin koleksiyonunda yer alıyor.

Amerikan modern sanat tarihi içindeki en önemli sanatçılardan biri olan Chris Burden (1946-2015), özellikle kendi dönemini tanımlayan yapıtları ile 1970’lerden günümüze modern sanatta kendisine önemli bir yer edinmiş bir sanatçı.  Burden’ın Dallas Sanat Müzesi’ndeki Amerikan Donanmasına yönelik yerleştirmesi de, sanatçının kendine özgü  bir yorumu ile izleyici karşısına çıkıyor.

Amerika Birleşik Devletlerinin Tüm Denizaltıları (1987), 2. Dünya Savaşı döneminin tipik denizaltıları temel alınarak yapılmış 625 adet karton denizaltı maketinden oluşan bir oda büyüklüğünde bir yerleştirme.

Burden 3

1.

Yapıt, güzelliğindeki sükunet ve üstü kapalı şiddetteki sarsıcılığı ile müzenin içindeki  tüm sergi oylumunu dönüştürüyor ve bu süreç içinde izleyicilerin sanatı deneyimleme biçimini de dönüşüme uğratıyor. Yerleştirme sıradan bir oylumu, izleyici ve sanat arasında karşılıklı bir etkileşime olanak verecek biçimde bir sualtı oyun alanına dönüştürüyor.

Burden 4

2.

625 adet denizaltı, parıldayan vinil iplerle tavandan asılarak farklı yüksekliklerde havada asılı tutuluyor. Bu anlatım tekniği, neredeyse bir akvaryumun sahip olduğu etkiyi yaratarak; galeriyi bir okyanusa, ve denizaltı filosunu bir balık sürüsüne durumuna getiriyor.

Amerika Birleşik Devletlerinin Tüm Denizaltıları‘nda renksiz kartondan yapılan 625 adet denizaltı modeli, 1897 yılında kullanılan SS-12′den bu yerleştirmenin tamamlandığı 1987 yılına kadar Amerikan Donanması tarafından kullanılan tüm denizaltıları gözler önüne seriyor. Arkadaki duvarın yüzeyinde tüm denizaltıların adları bulunuyor. Galerinin girişine konumlandırılan bir dosya, bu denizaltıların her birinin tarihini daha da ayrıntılandıran bir belge olarak sunuyor.

Burden‘in belirsiz bir duruş sergilediği yerleştirme, Birleşik Devletler Ordusuyla ilgili olarak karmaşık bir konuyu ele alıyor. Sanatçı, ne Birleşik Devletler donanmasını kutsuyor ne de ona yönelik bir yergide bulunuyor. Müzenin, küratörün ve hatta bizzat Burden’ın bile içinde olduğu etki oluşturucuların biçtiği perdelerden kurtararak; geleneksel görme deneyimini yıkıyor ve  izleyicilere, tamamen kendi sanatsal deneyimlerine dayanarak kendi düşüncelerini oluşturmalarına olanak veriyor; hatta zorluyor.

Burden

3.

Amerika Birleşik Devletlerinin Tüm Denizaltıları‘nı anlamak için izleyicinin bu yerleştirme ile etkileşime geçmesi gerekiyor. Yapıtının, izleyici tarafından, çevresinde dolaşılarak,  en iyi bakış açısı sağlayan noktalardan; yoğunluğunu, huzursuzluğunu ve tarafsızlığını kavramak için incelemesi gerekiyor.

Burden için, ulusal güvenlik, politika, savaş ve tarih gibi çok büyük bir önemi ve ağırlığı olan anlamsal içerikler, kişisel olarak deneyimlenmesi gereken kavramlar. Tarafsız bir duruşu içindeki Burden, bu yapıtla kendi izleyicilerine güç ve egemenlik üzerine kendi kendilerine öğrenebilecekleri bir ders sunuyor.

 

(Kaynak: collections.dma.org)

 

“Greyhound”un Gösterim Tarihi Ertelendi

Yönetmenliğini Aaron Schneider’ın üstlendiği ve başrolünde Tom Hanks’in yer aldığı;  “Greyhound”un gösterim tarihi Haziran ayına ertelendi.

Yapım, Nazi Alman denizaltıları ile müttefik savaş gemilerinden oluşan konvoy arasında Atlantik Okyanusunda gerçekleşen mücadeleyi konu alıyor.

Daha önce 08 Mayıs olarak duyurulan gösterim tarihinin, 12 Haziran 2020’ya alınması ile ilgili olarak; bu ertelemenin korona virüsü salgını ile bir ilgisinin olmadığı, filmin 14 Haziran Amerikan Bayrak Günü‘ne 21 Haziran tarihindeki Babalar Günü‘n yer aldığı hafta sonlarına denk getirilerek, izleyici kitlesini sinemaya çekebilmek olduğu belirtiliyor.

Greyhound

1.

C.S. Forester‘ın romanından Hanks tarafından uyarlanan yapım, 2. Dünya Savaşının ilk günlerinde geçmektedir. Gemi komutanı Ernest Krause‘nin kumandasında Atlantik Okyanusunun tehlikeli sularını geçen 37 gemiden oluşan uluslararası müttefik donama konvoyu, Alman Nazi denizaltılarından oluşan bir kurt sürüsü tarafından izlenmektedirler.

Krause‘nin okyanusu ilk defa geçtiğini öğrenen mürettabat, aynı zamanda okyanusta mütefik savaş uçaklarının menzilinin dışında bir noktada bulunmaları nedeniyle; ateş gücü desteğinden beş gün boyunca mahrum kalacakları gerçeği ile de karşı karşıya kalırlar.

Daha önce; Türkiye’deki gösterim tarihi 15 Mayıs olarak duyurulan filmin, yapılan değişiklik ardından ülkemizde gösterime gireceği tarih belirsiz.

 

(Kaynak: variety.com, deadline.com, beyazperde.com, görseller: imdb.com)

 

İstanbul Ve İzmit’i Bombalayan Batık İngiliz Denizaltısı “E7”, TRT Ve Türk Deniz Kuvvetleri’nin Ortak Çalışmasıyla Hazırlanan Belgeselle İlk Kez Görüntülendi.

Birinci Dünya Savaşı’nda İstanbul ve İzmit’i topa tutan, Çanakkale Savaşı’nda Nara Burnu’nda batan İngiliz denizaltısı E7, 104 yıl sonra TRT ve Türk Deniz Kuvvetleri Komutanlığının iş birliğiyle hazırlanan belgeselle ilk kez görüntülendi.

Çanakkale savaşında çok sayıda denizaltı da görev aldı. 18 Mart 1915’te savaş gemileri ile büyük bir yenilgi yaşayan İngiliz ve Fransız işgal güçleri, bu defa denizaltılar ile Marmara denizine sızdı. Bu harekat ile amaçlanan Türk ordusunun Çanakkale’ye deniz üzerinden gerçekleştirmekte olduğu sevkiyata engel olmak ve Çanakakle’de savaşan Türk ordusunu mühimattan yoksun bırakmaktı.

Düşman denizaltı harekatlarında 713 şehit veren Türk ordusunun 34 gemi ve 220 yelkenli kaybı oldu. Bununla birlikte 8 işgal gücü denizaltısı batırıldı.

Çanakkale Savaşı’nda görev alan Birleşik Krallık’ın E sınıfı denizaltılarından bir olan E7, 1914’te inşa edildi. 54 metre uzunluğunda, 600 ton ağırlığındaki denizaltıda 31 personel görev yapıyordu.

E7 Mürettaeat

1.

E7, Birinci Dünya Savaşı’nda Çanakkale cephesinde görevlendirilen 10 İngiliz denizaltısından biriydi. Archibald Douglas Cochrane komutasındaki denizaltı, 30 Haziran 1915 yılında sızdığı Çanakkale Boğazı’ndan Marmara Denizine geçti. 25 gün süren bu görevinde; aralarında Yadigar-ı Millet torpidobotu, Biga vapuru ve Bülbül vapuru olmak üzere, çok sayıda deniz taşıtını batırdı.

Üzerinde taşıdığı top sayesinde yüzeydeyken hedeflere ateş edebilme yeteneği olan denizaltı, 15 Temmuz 1915’te İstanbul Galata Limanı’na saldırdı. Zeytinburnu ve Bakırköy’deki barut fabrikalarını topa tuttu. İzmit Körfezi’ne girerek posta, cephane ve asker taşıyan trene saldırdı, demir yolu köprülerini tahrip etmeye çalıştı.

İngiliz E7’nin Batırılışı

Boğazdan yapılan denizaltı sızmalarına karşı mayınların etkisiz kalması üzerine çelik ağlardan oluşan iki sıra hat Nara Burnu çevresine yerleştirildi. Zemine kadar uzanan çelik ağlar deniz yüzeyindeki şamandıralara bağlanmıştı.

Denizaltı, Çanakkale Boğazı’nı ikinci geçişinde  boğazın en dar noktalarından Nara Burnu açıklarında bu çelik ağlara takılarak battı. Çelik ağları taşıyan dubalardaki hareketliliği gören Türk askerleri durumu anlayınca, bölgede bulunan Alman UB14 denizaltısına askerler tarafından bilgi verildi. Alman komutan Heino von Heimburg, 35 metre derinlikte hareketsiz kalan E7’ye su bombaları atınca denizaltı yüzeye çıkmak zorunda kaldı. Denizaltının 3’ü subay 31 kişilik mürettebatı teslim oldu.

Denizaltı komutanı Cochrane, Türklerin eline geçmemesi için zaman ayarlı bomba ile denizaltıyı batırdı. Cochrane ve askerleri esir alındı.

Batığın Yeri Türk Bilim İnsanı Tarafından Belirlendi

Batığın deniz dibindeki olası konumu deniz araştırmacısı Selçuk Kolay tarafından belirlendi.

Batık denizaltı E7 görseli

2.

80 metre derinlikte kumluk zeminde tek parça halinde yatan denizaltının enkazı, TCG IŞIN arama kurtarma gemisinin uzaktan kumandalı su altı cihazı TCB Ahtapot tarafından görüntülendi.TCB Ahtapot Görseli

3.

Sualtı cihazından gelen görüntüler, batığın E7 denizaltısına ait olduğunun teyit edilmesini sağladı.

Selçuk Kolay daha önce TCG AKIN gemisi ile Barbarossa Harekatı ile Karadeniz’de Sovyetlere karşı harekat gerçekleştiren daha sonra denizaltının komutanı tarafından batırılan Alman U23 batık denizaltısının konumu belirlemişti.

TCG IŞIN

Türkiye’nin ulusal olanaklarla inşa ettiği TCG IŞIN, 22 Temmuz 2017’de A-583 borda numarası ile donanmaya katıldı. Gemi, adını 1943’te yaşanan “Refah Faciası” olarak bilinen kazada hayatını kaybeden Deniz Yüzbaşı Zeki Işın‘dan aldı.

TCG Işın

4.

Denizaltılarda meydana gelebilecek kaza ve arıza durumlarında personelin kurtarılması amacıyla hizmete giren 3 gemiden biri olan TCG IŞIN, 3 bin metre derinliğe kadar enkaz kurtarma olanak ve yeteneğine sahip.

TCG IŞIN, 2018’de, 1953 yılında Fethiye Körfezi’ne zorunlu iniş yaptıktan sonra derinliklerde kaybolan Fransız yolcu uçağının enkazına da ulaşmıştı.

 

(Kaynaklar: arkeofili.com,  ozgurkocaeli.com.tr, kocaelikoz.com,  ntv.com.tr  Görsel: arkeolojikhaber.com)

 

 

STM, “Derin Arayışlar” Adlı Denizaltı Tasarımı ve Teknolojileri Yarışması Düzenliyor

STM Savunma Teknolojileri Mühendislik ve Ticaret A.Ş, milli ve özgün tasarım ve yetenekler geliştirilmesi için “Derin Arayışlar” adı ile denizaltı tasarımı ve teknolojileri yarışması düzenliyor.

Türkiye’nin MİLGEM projesi ile elde ettiği büyük başarı, STM’nin denizaltı teknolojisine yönelik milli denizaltı projesi gelişme yönündeki çabalara bir zemin yaratmış durumda. Milli denizaltının üretilmesi amaçlanan bu yarışma ile ayrıca Türkiye’nin dünyadaki denizaltı inşa ve modernizasyon pazarından daha yüksek oranda pay alabilmesini de hedefliyor.

Üniversite öğrencileri ve mezunlarının katılacağı yarışma ayrıca 2013 yılı ve sonrasında yazılmış onaylı lisans/yüksek lisans tez ve bitirme projelerine de açık.

Denizaltı tasarım ve teknolojilerine yönelik her çalışmayı göz önünde bulunduracak yarışmada katılımcılar, bütüncül bir platform tasarımı üzerine öneriler getirebilecekleri gibi; denizaltılara özgü sistem veya konsept üzerine geliştirecekleri çalışmalar da yarışmada değerlendirme alınacaklar arasında yer alıyor.

Yarışma ile ilgili ayrıntılı bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.