Mersin Üniversitesi’nin Girişimi İle Çukurova Bölgesinde İlk “Deniz Canlıları Müzesi” Açılıyor.
Mersin Üniversitesi (MEÜ), Çukurova bölgesindeki ilk deniz canlıları müzesinin açılması için çalışmalarını sürdürüyor. Türkiye’de deniz canlıları müzesi sayısının çok az olması nedeniyle; bu girişim, Türk deniz kültürü açısından önemli bir girişim olarak değerlendiriliyor.
MEU Yenişehir yerleşkesinde Su Ürünleri Fakültesi akademisyenlerinin çalışmalarıyla yapılandırılan müzenin iki ay içinde açılması planlanıyor. Müzenin kurulmasına, Mersin Ticaret ve Sanayi Odası ve Deniz Ticaret Odası da destek veriyor.
Akdeniz’de bulunan hemen her balığın bir örneği bulunan müzede, popüler deniz canlıları ve balıklar ile çok ender bulunan türler de sergilenecek. Özel işleme tabi tutularak kurutulmuş türlerin yanı sıra fosiller, yunus, köpekbalığı gibi canlıların iskeletleri, kabuklular ve yumuşakçalar ile özel sıvılar içindeki deniz canlıları da müzede görülebilecek. Aynı zamanda bir eğitim merkezi işlevi görecek müzede, deniz canlılarının yanı sıra öğrenciler için bir eğitim sınıfı da yer alacak ve kapalı alan dışında bahçede de düzenlemeler yapılarak, deniz canlıları sergilenecek.
MEÜ Su Ürünleri Fakültesi İşleme Teknolojisi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Deniz Ayas, “Elimizde 350 çeşit balık türümüz ile 170 çeşit yumuşakça grubu tür var. Toplamda arka planda kullandığımız türlerle birlikte şu andaki envanterimizde 600’ün üzerinde deniz canlısı bulunuyor. Bunun içerisinde sadece kendi müzemize ait, herhangi bir deniz canlıları müzesinde göremeyeceğiniz çok ender türler de var. Bunların bir kısmı derin deniz canlılarından bir kısmı da en son basına da yansıyan oluklu balina gibi nesli tükenmekte olan canlılardan oluşuyor.”
13 Mayıs’ta Yenişehir ilçesi Adnan Menderes Bulvarı kıyısına vuran bu dev balina, müze önündeki bahçeye gömülmüştü; yaklaşık bir yıl sonra topraktan çıkarılacak olan 13,5 metre uzunluğundaki oluklu balinanın iskeleti de birleştirme işlemlerinin ardından müzede sergilenecek.
Mersin halkının hem Akdeniz’i hem de sualtındaki canlılığı tanıması amaçlanıyor
Mersin’in, 320 kilometre uzunluğunda kıyısı olan ve denizde oldukça büyük ürünler veren bir şehir olduğunu belirten MEÜ Rektörü Prof. Dr. Ahmet Çamsarı, “Bu projede, Mersin halkının hem Akdeniz’i tanıması hem de Akdeniz’in içinde canlılığın kayıt altına alınabilmesi ve halkla tanıştırılması amaçlandı. Bu proje için Yenişehir Kampüsümüzde Su Ürünleri Fakültemizin bitişiğinde bir alanı ayırdık. Su Ürünleri Fakültesi hocalarımızın elde ettiği fosiller ve iskeletlerin tümü zaten depomuzda vardı; orada bir birimi müze haline getirdik. Birkaç hafta önce ölü olarak Mersin sahiline vuran balina ile aynı şekilde gömüsü yapılan yunus ve köpekbalıklarının da iskeletleri çıkarılacak. Orada çok şık, güzel, gezilebilir, özellikle ilk ve ortaokul öğrencilerimizin bilgilenebileceği, çok güzel bir müzemiz olacak. Müzeyi bir-iki ay içinde açmayı planlıyoruz” dedi.
.
Müze hem öğrenciler hem de akademisyenler için bir bilgilendirme merkezi olacak
MEÜ Su Ürünleri Fakültesi İşleme Teknolojisi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Deniz Ayas, deniz canlıları müzesini, denizde yaşayan hayvanlar, bitkiler, çok çeşitli canlılar, omurgasızlar, balıklar, deniz memelilerini sergileyecekleri bir eğitim kurumu olarak planladıklarını belirterek; “Bu müze hem orta öğretim hem üniversite öğrencileri hem de akademisyenler için bir bilgilendirme merkezi gibi çalışacak. Burada çok çeşitli deniz canlısının müze materyali olarak birebir örnekleri bulunuyor. Biz bunları katalogluyoruz. Denizde elde ettiğimiz herhangi bir deniz canlısını müze materyaline dönüştürmeden önce kayıtlarını veriyoruz. Klasik bir müze mantığıyla çalışan bir yer burası. Müze materyaline dönüştürdükten sonda da sergi alanına koyuyoruz” ifadelerini kullandı.
Müze, Deniz kültürünün Mersin kent kültürü içerisine sağlam bir yer edinmesini sağlayacak
Prof. Ayas, “Bizim müzemiz, Çukurova için ilk kurum olarak geliyor. Mersin için de önemli olacak, çünkü Mersin bir deniz kenti. Deniz kenti ama Mersin kültürü içerisinde hak ettiği yerde değil, çok küçük bir payı var. Biz aslında deniz canlıları müzesi ile özellikle eğitim yönünü kullanarak, deniz kültürünün ve deniz hayatının Mersin kültürü içerisine daha yerleşik, daha önemli bir noktaya gelmesini istiyoruz” şeklinde konuştu.
(Kaynak: iha.com.tr, ntv.com.tr)
Avustralya Ulusal Deniz Müzesi’nde Açılan “Denizin Eşiğindeki Ateş”, Avustralya’da Gerçekleşen Yangını, Kıyıda Yaşanan Olaylarla Ve Ülkedeki Sanatçıların Yaşanan Bu Yıkıma Yapıtlarıyla Verdikleri Yanıtlarla Birlikte Ele Alıyor.
Avustralya Ulusal Deniz Müzesi’nde açılan, “Denizin Eşiğindeki Ateş” başlıklı sergi, 2019-2020 yıllarında Avustralya’nın kıyı bölgelerine büyük zarar veren yangının izlerini donanma personelinin ve Can Kurtaran Şörfçüler oluşumunun çektiği görseller ve anlatılar üzerinden sürüyor.
Öte yandan sergi, felaketin ardından iklim krizine karşı eylem çağrısında bulunan “Bushfire Brandalizm Ortak Sanat Girişimi”nden sanatçıların çalışmaları aracılığıyla, yaşanan bu olaylara karşı geliştirilen tepkileri ve yanıtları da mercek altına alıyor.
2019-2020’de normalin üzerinde görülen sıcaklıklar ve kuraklık, Avustralya’da her mevsim görülen yangınların şiddetinin artmasına neden olmuştu. Kuru tarım alanlarının üzerine yıldırım düşmesi, kuru otların yanmasına neden vermiş; uçuşan közlerin rüzgarla çevreye yayılarak diğer alanları yakmasıyla, gök gürültülü fırtınaların ve şimşeklerin meydana gelerek, daha fazla yangının ortaya çıkması sonucunu doğurmuştu. Birbirini tetikleyen bu olaylar dizisi, 2020 yılı Şubat ayının son günlerine gelene dek; tüm Avustralya kıtasında 12 milyon hektar arazinin yanıp, kül olmasına, 34 kişinin ve bir milyarın üstünde hayvanın yaşamının yitirmesine ve 3.000 evin zarar görmesine neden oldu.
Binlerce Avustralyalı kıyılara, rıhtımlara ve tekne iskelelerine; kaçarak, sığınmak ve yaşamını kurtarmak zorunda kaldı. Yangın nedeniyle karayollarının kullanılmaz duruma gelmesi, deniz üzerinden kurtarma ve destek amaçlı taşımacılığı tek seçenek durumuna getirmişti. Bu olaylarda Avustralya Donanmasına da etkin görev alarak; insanların güvenli alanlara aktarılması, gerekli donanımların, yardım gereçlerinin ve sağlıkçıların, kıyı yerleşimlerine yardım amaçlı taşınmasını sağladı.
Bermagui’deki Can Kurtan Sörfçüler Kulübüne sığınan Avustralya’lılar
.
Malkoota’da yerleşik Avustralya’lıların, turistlerin kurtarılması operasyonu görev alan Avustralya Donanmasına ait HMAS Choules çıkarma teknesi
“Denizin Eşiğindeki Ateş” başlıklı bu sergi, 2019-2020 tarihlerindeki yangınına tanıklık eden; birbiri ile ilişkili anlatılara yer veriyor. Öte yandan bu tür bir krize karşı verilecek mücadele, yerel toplulukların kullandıkları bilgi dizgelerini anlamanın da anahtar bir rol oynayacağı, aborjin toplumunun önde gelenlerinin sözleri ile de kanıtlanıyor. Ayrıca; sergide, yaşanan bu felaketin külleri soğumadan iklim için eylem çağrısında bulunan “Bushfire Brandalizm Ortak Sanat Girişimi”nden çalışmaları aracılığıyla, sanatçıların yangın felaketine gösterdikleri tepkiler ve yanıtlar da ele alıyor.
Bushfire Brandalizm Ortak Sanat Girişimi’nin Eylemleri
2020 yılının Ocak ayının son haftalarında, Bushfire Brandalizm üyesi 41 sanatçı, Sidney, Melbourne ve Brisbane olmak üzere; Avustralya’nın üç kentinde yangınlara ilişkin tepkilerini, hazırladıkları 78 adet ası (afiş) ile kamusal alanda sergilediler. Avustralya’nın sokaklarında bugüne kadar gerçekleştirilen bu en büyük sergileme hareketi, kuraklıkla ve yangınlarla kendisini sıradan insanların yaşamında görünür kılan iklim krizine dikkat çekiyordu. Toplumsal bir temeli bulunan bu sanat hareketi, aslında; Avustralya toplumunun, haftalardır yaşanan bu doğal yıkıma karşı duyduğu güçsüzlüğün ve çaresizliğin bir dışavurum biçimiydi.
Sanatçıların özgün içerikli çalışmaları, fosil kaynaklarına dayanarak işleyen endüstrilerden, itfaiye erlerinin yangınlarda gösterdikleri cesarete ve yangınların ülkeye özgü bitki örtüsünü ne hayvan türlerini yok etmesi gibi varsıl bir konu çeşitliliğini içeriyordu. Toplamda yaklaşık olarak 700.000 sosyal medya izleyicisine sahip olan bu sanatçılar, gerçekleştirdikleri bu kamusal sanat çalışmalarıyla, alışılagelmişin çok ötesindeki yangınların nedenlerinin altını çizmek ve gelecekte yaşanabilecek benzer bir yıkımın önüne geçebilmek/engel olabilmek için alınabilecek önlemlerle ilgili farkındalığı arttırmak amacını taşıyorlardı.
Bushfire Brandalizm üyelerinden Fintan Magee’nin çalışması
.
Bushfire Brandalizm üyelerinden Mike Makatron’un çalışması
Yıkımın Yaralarını Sararken Sanat
Öte yandan yangından etkilenen toplulukların yaşadıkları olumsuzlukların giderilmesi ve acil ekonomik iyileşme için turizmin yeniden canlandırılmasına yönelik umut, bazı sanatçılar tarafından bir yaratıcı yaklaşımla dile getiriliyordu. Örneğin David Pope tarafından tasarlanan ve sergide yer verilen, 20. yüzyıla ait turizm reklam asılarının (afişlerinin) ve Japon ağaç baskılarının bir bileşimi olan ‘Güney Kıyılarını Çağrısı’ adlı yapıt, bu yerleşim bölgelerinin zarar görmüş olmasına karşın hala nedenli güzel olduğunu ve her zaman olduğundan daha fazla ziyaretçinin buralara gelmesi gerektiğini dile getirmekteydi.
David Pope tarafından tasarlanan “Güney Kıyılarını Çağrısı” asısı (afişi)
(kaynak: sea.museum, bbc.com, brandalism.ch)
İnci Kefali’nin Zorlu Yolculuğunu Ve Su Altındaki Yaşamını Konu Alan Belgeselin Çekimlerine Başlandı.
Van Gölü’nde yaşayan, inci kefalinin tatlı sulara yumurtasını bırakmak için çıktığı zorlu yolculuğu ve su altındaki yaşamını konu alan belgeselin çekimlerine başlandı.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığının destek sağladığı belgesel ile bu zorlu yolculuğu kayıt altına alarak, yeni bilgiler elde edilmesi ve inci kefaline uluslararası tanınırlık kazandırılması amaçlanıyor.
Van Gölü‘nün tuzluluk oranının yüksek olması, inci kefalinin yumurta bırakması için uygun koşulları sağlamıyor. Bu nedenle balık, yumurtalarını bırakmak için göle akan derelere akın ederek, suyun akışının tersine yüzüyor ve tatlı sulara göç ediyor. Yumurtalarını bıraktıktan sonra da dönüş yolculuğu başlıyor. Binlerce inci kefalinin oluşturduğu bu göç yolculuğuna her yıl yerli ve yabancı binlerce turistin tanıklık ediyor.
Balık göçünün yoğun yaşandığı Erciş‘teki Deliçay ile Muradiye‘deki Bendimahi Çayı‘nda sualtı çekimleri gerçekleştiren, Türkiye Sualtı Sporları Federasyonu Çevre Kurulu Başkanı Tahsin Ceylan, yapılan çalışmalarla ilgili olarak şunları söylüyor:
“Van’ın hem su altı kültürel varlıklarını hem de canlı yaşamını görüntülüyoruz. Doğu Anadolu Kalkınma Ajansı’nın katkılarıyla ‘Van Gölü’nün Sırları’ isimli bir kitap hazırladık. İnci kefalinin neslini sürdürmek için verdiği mücadelesine, azmine olan hayranlığımız bizi her yıl buraya getiriyor. Bu yıl da ve yine bu kutsal yolculuğa tanıklık etmek için buradayız.”
İnci kefali bu yolculuğu sırasında kaçak avcılarla da mücadele etmek zorunda kalıyor ancak son yıllarda yürütülen çalışmalar sonucu farkındalığın artırılması ve alınan önlemler sayesinde bu sorunun geçmiş yıllara göre azalmış durumda. Ceylan, üreme döneminde inci kefalinin artık sahiplendiğini ve bu konuda bir kültürün oluştuğunu belirtiyor:
“Bir canlıyı önce korumak için tanıtmak gerekiyor. İnsanlar Norveç’teki somon balıklarını tanıyor ancak inci kefalini tanımıyor. Bunun tanıtılması gerekiyor. Dünyanın her yerinden insanların buraya gelip bu muhteşem doğa olayını görmesi lazım. Bazı ülkelerde buna ilgi duyanlar var. Amerika’daki Cincinnati kentinden, İngiltere’den buraya gelmek isteyen su altı kamera asistanları bize ulaştı. Muhtemelen onlar da gelerek bu güzelliğe tanıklık edecek. Birkaç gündür buradayım, çekimlerin büyük bir bölümünü yaptım. İnci kefalinin suda zıplaması görüntülere yakışıyor. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, inci kefalinin de içinde yer aldığı Van Gölü’yle ilgili bir çalışma yapıyor. O çalışmanın bir parçası olarak buradayım. Bu çalışma bölgenin güzelliklerinin tanıtılmasına çok büyük katkı sağlayacak.“
(Kaynak: aa.com.tr)
Venedik Bienali’de Yer Alan Danimarka Pavilyonu, Doğadaki Su Döngüsünü Görünür Kılarak, Ziyaretçilerin, Bu Sürecin Bir Bileşeni Olmasını Sağlıyor.
2021 Venedik Bienali’nde yer alan, Danimarka pavilyonu, insanın kendi türü ve içinde var olduğu doğa ile olan bağlarına odaklanan “İlişkili Olmak” (Con-nect-ed-ness) adlı sergiye yer veriyor.
Lundgaard & Tranberg mimarlık ofisi tarafından yapılan mekansal tasarımla ve Marianne Krogh küratörlüğünde baştan aşağı dönüştürülen Danimarka pavilyonunda, ziyaretçiler, “su” öğesinin ana özdek olarak sunulduğu doğa döngüsünün içine katılarak, bu sürecin bir bileşeni olması sağlanıyor. Büyük bir su döngüsünü içeren yerleştirme, ziyaretçilere mimarlığın bir sanat biçimi olarak, görünmeyeni nasıl görünür kıldığını, insan ve yer küreye ait öğeler arasındaki var olan sağlam bağları anımsatarak yapıyor.
“İlişkili Olmak”, serginin bir parçasına haline gelen suyun, mekanların içinden akarak geçtiği; ardından, buharlaşarak, fotosenteze uğrayarak ya da bir ölçüde zemin tarafından emilerek, bu mekanları terk ettiği birbiri ile bağıntılı odalardan oluşuyor.
Danimarka Pavilyonu’nun Mekansal Kurgusu
.
Lundgaard & Tranberg mimarlık ofisinin kurucularından mimar Lene Tranberg serginin içeriği ile ilgili olarak şunları söylüyor: “Mimarlar olarak, bizler nasıl bir ortak yaşam sürebileceğimize yönelik yanıtlar üretmeye çalışıyoruz ve tasarımlarımızı, mimarlığın her zaman doğa ile ilişki içerinde olduğu ön koşulunu göz önünde bulundurarak gerçekleştiriyoruz. Burada görünür kılınan bu döngü, büyük bir bütünün bir parçası olduğumuz anlamamıza yardımcı oluyor. En iyi durum senaryosu olarak söylemek gerekirse; sergi hepimizin birbirimize bağlı olduğumuzu ve bir karşılıklı etkileşim içinde yaşadığımızı ortaya koyuyor.“
İzleyicilerin sergiye yönelik edindikleri deneyimin öne çıkan yönü; ziyaretçiler ile su döngü sisteminin, bir süreklilik, duyusal deneyimi biçimlendirdiği, bina ve çevre arasındaki karşılaşmadan doğuyor. Ayrıca mekanın iklimlendirmesindeki ısı dalgalanması, serginin görünümünü ve izleyiciler üzerinde bıraktığı duygu durumunu sürekli değiştiriyor. Bieanal ziyaretçilerinin görmesi için açıkta bırakılan, binayı çepeçevre dönen borular ve su toplama tankları, suyun akışı ile pavilyon ziyaretine rehberlik ediyor.
Pavilyon mekanına ekilen bitkiler, gereksinim duydukları su kaynağını buradaki yapay döngüden sağlamaları nedeniyle, bu yapay dizgenin bir parçasına dönüşüyorlar. Böylece gezi sırasında ziyaretçiler de, kendilerine ikram edilen, pavilyona ekilmiş bu bitkilerden toplanan yapraklarla demlenen limonlu çayı içerek bu döngünün bir parçası durumuna geliyor.
(Kaynak: designboom.com, ltarkitekter.dk)
PTT A.Ş., Akdeniz Foklarının Simgesi Olan Fok Badem’in Görselinin Yer Aldığı ‘Akdeniz Foku’ Başlıklı Pul İle PostEurop’un Düzenlediği Yarışmada Türkiye Adına Yer Alıyor.
PTT A.Ş., Avrupa’da soyu tükenmekte olan yaban yaşamı konu alan pul tasarımlarının yarıştığı “Avrupa 2021” yarışmasına, Türkiye’deki fokların simgesi durumunda olan fok Badem’in görseline yer veren “Akdeniz foku” pulu ile katılıyor.
Avrupa Kamu Posta İşletmecileri Birliği (PostEurop) tarafından 2002’den bu yana düzenlenen yarışma kapsamında, yarışmaya katılan ülkelerin posta idarelerine, ülkelerinde tehdit altında olan türleri sergileme olanağı verilerek toplumsal bir farkındalık oluşturulması amaçlanıyor.
Cem Orkun Kıraç’ın fotoğrafladığı Akdeniz Foku Badem‘in görseli, “Sualtı Araştırmaları Derneği Akdeniz Foku Araştırma Grubu (SAD-AFAG)”ın tarafından sağlanırken; pulun tasarımı ve çizimi Gamze Aksoy Alaçam‘a ait.
En İyi Avrupa Pulunun ‘Akdeniz Foku’ Olması İçin Nasıl Oy Kullanılır
Yarışmada oy kullanmak için 09 Eylül 2021 tarihine kadar ‘http://www.posteurop.org/europa2021‘ internet adresi ziyaret edilebilecek.
Burada, alfabetik sıraya göre alt sıralarda bulunan “Türkiye”ye yer verilen bölümün bulunmasının ardından, görselin altındaki “Vote for this stamp” düğmesine tıklayarak, açılan sayfaya; bilgilerinizi yazarak, oy verme işleminizi gerçekleştirebilirsiniz.
(Kaynaklar: sadafag.org, aa.com.tr, virahaber.com)
Deniz Seviyesinin Yükselmesi Nedeniyle Tehdit Altında Olan Kiribati’de Yaşanan Kültürel Yitimi Ve Göçü Konu Alan “Anote’nin Gemisi”, SALT’ın “Bu Son Şansımız” Başlıklı Gösterim Dizisi İçinde Yer Alıyor.
Matthieu Rytz’in yönetmenliği gerçekleştirdiği “Anote’nin Gemisi” (2018) SALT’ın “Bu Son Şansımız” başlıklı gösterim dizisi çerçevesinde izleyicinin karşısında çıkıyor.
Yapım, yükselen deniz seviyesi nedeniyle tehdit altından olan 4000 yıllık Kiribati kültürünü, Kiribati halkını kurtarma için çaba harcayan Anote Tong’un çabalarını ve genç bir anne olan Tiemeri’nin ailesinin yaşam mücadelesini konu alıyor.
Pasifik Okyanusu‘nda en ıssız köşelerinden biri olan 100 bin nüfuslu bir ada ülkesi olan Kiribati‘yi ve yükselen deniz seviyesinin oluşturduğu tehlikeyi konu alan yapım, aynı zamanda bu durumun neden olduğu göçün oluşturduğu toplumsal sorunu da irdeliyor.
Kiribati, Birleşik Krallığın bir sömürgesi durumunda iken; bağımsızlığını ilan ettiği 1979 yılından günümüze nüfusunun gereksinimlerini karşılamakta güçlük çeken ve uluslararası yardımlara bel bağlayan, dünyanın en az gelişmiş ülkelerinin arasında yer alıyor. Modern yaşamın insan ve toplum üzerinde oluşturduğu çürütücü, yaşam biçiminden uzak olması nedeniyle huzurlu bir yaşam sunuyor gibi düşünülse de; ada, bir başka yok edici tehdidin etkisi altında.
eyesteelfilm.com
mountainfilm.org
Yükselen deniz seviyesi ve etkisini her yıl giderek arttıran tropikal kasırgalar, adanın yerleşik topluluğunun yaşam biçiminin derinden etkiliyor. Evlerini, iş yerlerini düzenli olarak su basan ada sakinlerinin elinden; deniz kıyısına kum torbalarıyla set çekmekten gibi geçici, kısa ömürlü bir çözümden başka bir şey gelmiyor.
2003-2016 yılları arasında üç dönem Kiribati‘de devlet başkanlık yapan Anote Tong, halkını kurtarmanın yollarını ararken, Kiribatililerin pek çoğu da yurtdışına, daha güvenli ülkelere göç ediyor. Filmde Anote‘nin ulusunu kurtarma mücadelesi ile altı çocuğuyla Yeni Zelanda‘ya göç etmeye çalışan genç anne Tiemeri‘nin olağanüstü yaşam mücadelesi bir arada anlatılıyor.
eyesteelfilm.com
“Anote’nin Gemisi”, 24 – 30 Mayıs 2021 tarihleri arasında SALTonline’da “çevrimiçi” olarak izlenebilecek.
Yapımın Künyesi:
Yönetmen: Matthieu Rytz
Yapımcı: Matthieu Rytz
Müzik: Patrick Watson
Uzunluk: 80 dk
2018
(Kaynaklar: saltonline.org, eyesteelfilm.com, vitascope.tv)
Kıbrıs’ta Rumlar Tarafından Şehit Edilen Üç Kardeşin Adları “Türkiye Petrolleri”ne Ait Gemilere Verildi.
Türkiye Petrolleri’ne ait sondaj destek gemilerine, Binbaşı Nihat İlhan’ın Kıbrıs’ta Rumlar tarafından şehit edilen oğulları Murat İlhan, Kutsi İlhan ve Hakan İlhan adları verildi.
1963 tarihinde Kıbrıs Türk Kuvvetleri Alayı’nda görevli olan Tabip Binbaşı Nihat İlhan’ın eşi Mürüvvet ve çocukları Murat, Hakan, Kutsi; Lefkoşa’nın Kumsal bölgesinde bulunan evlerine giren EOKA teröristleri saklandıkları küvette kurşuna dizilerek katledilmişti.
Nihat İlhan’ın eşi ve çocuklarının katledilmesi, 364 Kıbrıs Türkü’nün yaşamını yitirdiği olayların simgesine dönüşmüştü.
Olayın gerçekleştiği tek katlı ev, daha sonra ‘Barbarlık Müzesi’ne dönüştürüldü.
trthaber.com
Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı, yaşanan bu insanlık suçu nedeniyle yaşamını yitiren şehit kardeşler Murat, Hakan ve Kutsi İlhan’ın adlarını, Karadeniz’de yapılan doğalgaz çalışmalarında görev alan gemilere verdi. Limanda çalışmalarını sürdüren “Hakan İlhan gemisi”nin toplantı salonun duvarına Rum çetecilerin katlettiği anne Mürüvvet ve çocukları Murat, Hakan, Kutsi İlhan’ın fotoğrafları asıldı.
trthaber.com
Üç Şehit Kardeşin Hala Yaşamda Olan Kardeşi Prof. Dr. Necmi İlhan: “Türk devleti inanılmaz büyük bir devlet.”
Salgınla mücadelenin ekran yüzlerinden biri olan Prof. Dr. Necmi İlhan da gemilere şehit ağabeylerinin isminin verilmesinin kendisi için gurur verici olduğunu söyledi. Aynı zamanda Sağlık Bakanlığı Koronavirüs Bilim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Mustafa Necmi İlhan: “Bayrağımızın renginde ve üç denizde de üç şehit abimizin görev yapacak olması bizi ziyadesiyle memnun etti. Devletimiz büyük, gerçekten çok büyük. Türk devleti inanılmaz büyük bir devlet. Kendisi için şehit olan, can veren, kendi milletinin üyelerini, askerini, şehidini hiçbir zaman unutmuyor.” dedi.
(Kaynak: trthaber.com, milliyet.com.tr, denizhaber.net)
Heinz Mack’ın 90. Yaşını Kutlamak İçin Kunts Palast’ta Açılan Sergide, Sanatçının Arktik Sularda Gerçekleştirdiği “Işık Mimarisi” Başlıklı Yerleştirmesi de Yer Alıyor
Kunstpalast, ZERO’nun kurucusu Heinz Mack’ın 90. yaşını, sanatçının ortaya çıkardığı yenilikçi ve devrimci ruha ışık tutan 100 kadar yapıt içeren seçki ile kutluyor.
Mack’ın kariyerinin ana kırılma noktalarının izlerini süren sergi, sanatçının Sahra Çölündeki ve Arktik sulardaki yerleştirmelerine ve performanslarına yer veriyor.
Temelleri Düseldorf‘ta Heniz Mack (d. 1931) ve Otto Piene (1928-2014) tarafından atılan, bir sanatçı akımı olan ZERO, “Sessizliğin sınırı ve yeni başlangıçların saf olasılığı” olarak tanımlanıyordu. Oluşum, 1957 yılında Batı Sanatı kökenli Taşizm ve Informel Sanat’a bir tepki olarak ortaya çıkmıştı. ZERO, başat olarak ışıktan, ayrıca oylumdan ve hareketten yararlanarak, Kinetik Sanat’ın geliştirilmesi ile ilgileniyor ve burada sanatçının katkısını vurgulamadan, izleyicinin katılımına önceliyordu.
100 adet seçki içeren sergi, Mack’ın sanat kariyerinin ana kırılma noktaları olan; Düseldorf Sanat Okulu dönemindeki çalışmalarını, ZERO dönemini ve Yarı ışık temelli çevre sanatı dönemini içeriyor. Yapıtlarını ZERO’nun belirtilen bağlamı içinde üreten sanatçının sergilen çalışmalarının büyük çoğunluğu, Mack’ın özellikle Afrika ve Arap çölleri ve Arktik bölge gibi “el değmemiş coğrafyalar”daki “saf ışığı” arayışını gösteriyor.
Sanatçı ile 2017 yılında The Art Newspaper tarafından gerçekleştirilen söyleşi de Mack, “Coğrafi görünüm, özgür, açık ve el değmemiş olmalı – en saf biçimi ile doğal olmalı “demektedir. Sanatçının sözünü ettiği bu yaklaşım, yapay bahçe yerleştirmelerinde oluşan, kanat rölyefleri, küpler, aynalar, yelkenlerden oluşan “Sahra Projesi”nde gözlemlenebiliyor.
Aynalı platformlar, kum tepelerinden ya da su yüzeyinden fırlamış kütleler; Mack’ın çalışmalarına ütopik bir nitelik kazandırıyor. Sergide yer alan bu çalışmalar, 2020 yılında pek çok ülkede birden bire ortaya çıktığı söylenen gizemli monolitleri çağrıştırması ile de dikkat çekiyor.
Sanatçı, 1970’li yıllarda akrilik gereçle üretilmiş çeşitli kütlelere, piramitlere ve buz kristallerine ilgi duymaya başlar. Örneğin, sergide de yer alan kutup bölgesinde konumlandırılan bir dizi yerleştirmenin bir parçası olarak planlanan ve bir buzul üzerine yerleştirilen bir kenti andıran “Işık Mimarisi” (1976) başlıklı çalışma, su yüzeyinin üzerinde konumlanan yansıtıcı yüzeylerle kaplı küplerden oluşuyor.
Sergi, 30.05. 2021 tarihine kadar Kunst Palast‘ın sitesi üzerinden çevrimiçi olarak izlenebilecek.
(Kaynak: aestheticamagazine.com)
Ö. Taburoğlu’nun “Zamanda Hareketler: Denizaltı Filmleri” Başlıklı Yazısı, Bu Ürkütücü Savaş Makinasını Konu Alan Yapımları, Kuramsal Bir Çözümleme İle Değerlendiriyor
Özgür Taburoğlu’nun e-skop’ta yayınlanan “Zamanda Hareketler: Denizaltı Filmleri” başlıklı yazı; “Das Boot”, “Crimson Tide”, “Call of the Wolf”, “Glory”, “Kızıl Ekim”, “Kursk” ve “Greyhound” adlı filmler üzerinden denizaltı gemisini kuramsal bir çözümleme ile ele alıyor.
Öte yandan yazar, insan zihninin ürettiği bu en tehlikeli savaş makinesine, onun tüm bileşenlerine ve görünümlerine ilişkin olarak bilinçaltımızın bizlere fısıldadıklarını, doğrudan belirlemelerle; seslendiriyor.
Zamanda Hareketler: Denizaltı Filmleri Üzerine
Özgür Taburoğlu – e-skop
3/5/2021
İhsan Oktay Anar’ın Kitab-ül Hiyel’inde (2012) Yafes Çelebi’nin icat ettiği makinelerden birisi de bir “tahtelbahir”, ya da denizaltıdır. Fakat Yafes Çelebi makineyi denerken içerisine rahat bir şekilde yerleşemez. Çelebi, metin boyunca çok farklı düzenekler icat eder fakat denizaltında diğer araçlara göre daha dar bir yere sığmaya çalışır. Öncekilerde bu kadar yerden tasarruf etmemiştir. Üstelik “canavar şeklinde tasarlanmış” bu düzenek sessizce ve görünmeden hareket etmelidir. Savaş makinesindeki korkutucu görünümü artırmak için uzun bir boyun ve dört ejder kafası da ekler. Bu kafaları hem “dehşet saçmak” hem de periskop gibi etrafı görmek için kullanır. Anar romanlarındaki temel olaylardan birisini icra eden Yafes Çelebi, kendisini padişaha beğendirmeye çalıştığı gösteri sırasında bu canavar tarafından “yutulma” tehlikesi yaşar. Taht ile tabut arasındaki yakın ilişki onun kısa ve sorunlu seyrüseferi sırasında da kendisini gösterir. Denizaltıyla suya daldığında makine ile kendi benliği arasındaki sınırın belirsizleştiğini fark eder.
Onun başına gelenler muhtemelen tüm denizaltı sakinlerinin tecrübe ettiği bir durumdur. Bir kara veya hava aracında olmanın yarattığından daha yoğun bir kapalı yer duygusunun etkisiyle duyusal, duygusal bir karmaşa yaşarlar. Kapandıkları yerde diğer araçlara göre “güçlerin, cebirlerin ve kuvvetlerin” bileşimi daha iyi hesaplanmış olmalıdır. Dar bir yere çok sayıda cihaz ve insan uyum içinde sığmalıdır. Örneğin denizaltılarda “sıcak yatak” uygulamasında olduğu gibi, üç vardiya halinde aynı dar yatak paylaşılmalıdır. Omuz genişliğini aşmayan yatakların tutumlu tasarımı sayesinde yatak sürekli sıcak kalır. Bu sebeple denizaltına giren ve günlerce suyun altında kalan için bu mekanik yapı kendi bedeni ve zihninin doğrudan bir uzvu, uzantısı olur. Makinenin insan bedeniyle arasındaki mesafe olabildiğince azalır, kusursuz ergonomi arayışı takıntılı düzeylere çıkar. Gemi boşluklarından kurtulur.
Yafes Çelebi de beden ile makinenin birleştiği böyle bir metabolizma içinde kendi benliği ile tahtelbahir arasındaki ayrımları kaybeder. Denizaltı gibi bir tertibatta makine nerede başlıyor beden nerede bitiyor duyusu kaybolur, beden şeması karışır. Çelebi diğer icatlarıyla mesafesini daha rahat korur ama tahtelbahirde bunu başaramaz. Diğerlerini daha çok kendi iradesiyle idare ederken, denizaltı onu ele geçirir. İçerisinde olağan bir dünyanın sınırlarını yitirdiği cihaz içinde “iktidar susuzluğu” gibi sıhhatsiz bir hale girer. Anar, diğer kitaplarında da ürettiği mekanik diline, düşüncelerden ve duygulardan uzak tahkiye benzeri üslubuna birkaç satır ara verir ve adamın başına gelenleri lirik cümlelerle anlatır:
“O, Dünya’daki bütün güçlerin ve fiillerin öznesi olmak peşinde koşmuş, böylece bir demir külçesini müzik kutusuna dönüştürdüğü gibi, Dünya’yı ve içindekileri de bir makinaya dönüştürmeye çalışmıştı. İşin acıklı yanı, kendisinin de bir makina olduğunu sanmış, ona durmadan yeni parçalar, çarklar, kasnaklar, somunlar, dişliler, bıçaklar, tabancalar, toplar ekleyerek sakatlığını telafi etmeye kalkmış, fakat bu koltuk değneklerinin gideremediği sakatlığı arttıkça artmıştı. ‘İktidar makinesi’ dediği şey, yani onun öz varlığı, sonu gelmez isteklerle büyüdükçe tutkuları da devleşmiş, bu yüzden o, nefret ettiği zaaflarını ortadan kaldırarak benliğindeki son insanca kırıntıları da yok etmişti. Oysa zayıflık denen şey hayat, iktidar ise ölüm değil miydi? O, tabiatın kuvvetlerine hükmetmeye çalışmış, ama aynı kuvvetler onu, yarattığı canavarın içinde kıstırmışlardı.“
Das Boot (1981) filminden.
Kapalı Yer Sevgisi
Denizaltı filmlerinin izleyicileri için, klostrofobi yerine kapalı yer sevgisini imleyen “klostrofil” gibi yeni bir ruhsal durum icat etmek gerekli gibidir. İçerisindekiler için katlanılmaz olabilen bu kapalılık, izleyiciler için huzur veren, dingin bir mekân olabilir. Benzer bir başka ilgiyi uzay gemilerinde geçen filmlerde bulabiliriz. Ama insanın kapsamlı eklentiler olmadan yaşayamayacağı bu iki ortamdan uzay boşluğunda ilerlemek nispeten daha ferah bir devinimdir. Denizaltılarsa hareketsiz durabilmek ve ses çıkarmamak gibi temel gereksinimler etrafında inşa edilir. Deyim yerindeyse icat edilmiş en paranoyak makinelerdir. Sadece başka varlıkların, makinelerin değil, kendi çıkardığı seslerin de dinlendiği hidroforlar, sonar düzenekleriyle donatılmıştır. Denizaltının değişik konumlarına yerleştirilmiş alıcılar sayesinde belli eşiklerin üzerine çıkan sesler susturulur. Kendi sessizliği diğer gemilerin daha rahat işitilmesini sağlar. Temel işlevi görülmeden görmek, işitilmeden işitmek olduğundan kusursuz bir panoptik tertibattır.
Crimson Tide (1995) filminin bir yerinde, dünyadaki en güçlü üç kişinin, Rusya ve ABD başkanlarının yanında bir nükleer denizaltının kaptanı olduğu dile gelir. Kaptan, görev öncesi mürettebatla konuşurken, üretilmiş en tehlikeli ölüm makinesinin içine girmek üzere olduklarını söyler. Nükleer olsun olmasın herhangi bir denizaltının tehlikesi, taşıdığı silahların niceliğinden ziyade yarattığı panoptik korkudan ileri gelir. İyi işleyen bir denizaltıdan gelen saldırı gaipten, kestirilemez bir yerden gelen, öznesi ve nesnesi belirsiz bir tehdit gibi tanımlanabilir. Karada veya havada seyreden birçok başka savaş makinesine göre daha mütevazı olsa da ülke sınırlarını ölçüsüzce genişletebilir. Üstelik karada veya havada işleyen savaş araçları kadar çok sayıda olmaları gerekmez. Nükleer denizaltı, savaşan veya savaşmayan makinelerin oluşturdukları besin zincirinde en yukarıda yer alır. Çünkü her yerde ve zamanda bilkuvve mevcut, tekinsiz bir varlıktır. Havyanlar dünyasında da benzer şekilde besin zincirinin tepesindeki canlılar her zaman en büyük, en güçlü ya da en cesaretli türlerden oluşmaz.
Denizaltı kaptanı suyun altına, telsiz erişiminin kaybolduğu derinliğe çekilip diğer başkanların egemenlik alanından ve nüfuzundan uzaklaştığında kendi âleminin hükümranı olur. Bu özgüvenle Crimson Tide’da denizaltı komutanını oynayan Gene Hackman, dar gemiye köpeğini de götürür, kapalı odalarda purosunu içmekten çekinmez. Denizaltı filmlerinde özellikle nükleer tehlike ortamında kaptan kıyametle aramızda duran tek irade sayılabilir. Schmidt’in istisnai kararlar alabilen karizmatik egemenlik alanı en çok onda mana kazanır. Deniz üstündeki başkanlar, bürokrasi, diplomasi ve başkaca yönetsel düzenekler arasında kalırken, bir kaptanın kararlarıyla arasında sadece ikinci kaptan (XO) bulunur. Ama emir-komuta zincirinde o da vasıfsız kalır. Kaptan Hackman, ikinci kaptan Denzel Washington’a demokrasiyi korumak için demokratik olmayan bir işleyişe ihtiyaç olduğunu söyler. Filmin ana fikirlerinden birisi de yeryüzünün kaderini bu kadar ölçüsüz bir karizmatik yetkenin, ölümcül bir makinede keyfince gezinen bir adamın vicdanına terk etmenin mahzurları üzerinedir. Yakın zamanda kaptanlardan Başkan’a aktarılan balistik füze fırlatma yetkisi de, karizmatik otoritenin bürokratik olanla yer değiştirmesine dair Weber’in işaret ettiği temel çevrimi gösterir.
Yersiz Zamanlar
Paul Virilio, Hız ve Politika’da (1998) balistik füzeler ve nükleer denizaltıların ortaya çıkmasıyla beraber yeni bir jeostratejik döneme girdiğimizi yazar. Çünkü yüklendiği füzelerle okyanusun derinliklerinde aylar boyunca sessiz ve hareketsiz bekleyebilen bu makinelerin yarattığı tekinsiz dünyada saldırının ne zaman ve nereden geleceğini kestirmek olanaksızdır. Boyut olarak çok büyük olmayan bir denizaltının mevcudiyeti ona sahip olan ülkenin topraklarını kıtalar ve okyanuslar ötesi bir genişliğe ulaştırabilir. Bu habis cihazların saklandığı yeri bulmanın son derece zor olması, sonar operatörlerini böyle bir zamanın kahramanlarına dönüştürür. Denizaltından gelebilecek arızi sesleri veya pervaneden kaynaklanan düzenli gürültüleri işitebilen sonar operatörü, başka bir denizaltının varlığını işittiğinde sadece bir savaş makinesinin yerini belirlemekle kalmaz. Bunu başardığında diğer bir ülkenin egemenlik alanı sınırlanır; bütün okyanusa yayılan kıta sahanlığı büzülerek olağan mesafesine çekilir. Başka bir denizaltını işitmek ile gaipten sesler duymak arasında benzerlikler bulunabilir. Bir başka paranoyak makineden gelen derin sesleri duymak için operatörün aldığı şekillerse bir şamanın tuhaf beden diline benzer. Das Boot (1981) filminde sonar operatörünün aynı zamanda gemide sıhhiye askeri de olması onu bir iyileştirici gibi de gösterir bizlere.
Das Boot filminde zaman boyutunda kaybolmuş sesleri işitmeye çalışan sonar operatörü gaipten sesler duymaya çalışırken…
Yakın zamanlı Call of the Wolf (2017) filminde ise sonar operatörü işitme duyusunu kaybettiğinde izleyici bir yas havasına girer. Çünkü her yerde sessizce yer tutabilecek bir denizaltının varlığını ayırt etmek için tek karşı silah onunki gibi bir kulaktır. 1990 yapımı Kızıl Ekim filminde Amerikan denizaltındaki sonar operatörü denizden gelen sesleri bir müzik eseri gibi dinler. Üstün bir müzik zevki olan kahraman, yatay, dikey ve çemberler halinde dizilmiş hidroforlardan, sonarlardan gelen türlü melodileri, deniz yüzeyindeki müzikleri dinler.
Suyun altında tek duyusal kaynak seslerdir. Görmeden işiterek yol alan makinenin belirli bir görev tanımı olsa da, karşı taraf için istikametsizdir. Virilio’nun “heryerdeliğin gelişmesi” olarak adlandırdığı bir değişimin faillerinden olan denizaltılar uzamdan çok zaman içerisinde hareket eder. Her an her yerde olabilecek bir varoluş edinir. Görece yavaş ve hantal bir savaş aracı zaman boyutunda sonsuz hızlarda yer değiştirir. Okyanusun herhangi bir yerinde yeniden yüzeye çıkabilir. Çünkü onun hareketi zihinlerde gerçekleşir. Ona dair belirtileri de sadece iyi bir çift kulak yakalayabilir. Bir denizaltı felaketini anlatan Kursk filminde Rus suüstü gemisinin kaptanı düşmanın belirsizleşmesinden söz eder. Sorun artık düşmanın nerede olduğunu bilmemektir ona göre. Bu şekilde düşmanın zihninde hareket ederek zamanda yolculuk yapan denizaltı, uzay aracının ışık hızıyla yer değiştirmesine benzer bir yetenekle donanmış sayılabilir.
Takatini ve yaşam kaynaklarını yenilemek için su yüzeyine aylarca çıkması gerekmeyen nükleer denizaltı, gövdesinde taşıdığı füzelerle Küba füze krizinin süreğen bir taşıyıcısı gibi yer değiştirir. Schmidt ve Agamben’in “istisnai durum” dediği olayı sürekli kılmak üzere denizin altında bir yerlerde bekler. Limandan ayrıldıktan sonra suyun altında kaybolması yeterlidir. Onunla ilgili son istihbaratın ardından herhangi bir yere doğru yol almış olabilir. Tüm denizaltı filmlerinde geminin bu şekilde açıklarda törensel bir şekilde suya dalmasına mutlaka tanık oluruz. Örneğin Wagner operasından bir pasajla veya gemideki yüceliğe eşlik eden lirik bir müzikle suda kaybolur. Sonrasında orada beklese de amacını gerçekleştirmiş olur: “Stratejik denizaltının hiçbir yere gitmesi gerekmez, denizde batmadan durması” yeterlidir.”
Bu şekilde bekleyen denizaltı çalışanları dar mekânlarda, kapalı bir makinede zamanın geçmediği bir yerde dursalar da zaman boyutunda gerçekleşen bir savaşın failleri olurlar. Onlar mutlak bir hareketsizlik, sessizlik, dinginlik, darlık içinde olsalar da, düşmanlarını yersiz bir zamanın içerisine çekerler. Denizaltı suda kaybolduktan sonra kazandığı heryerdelik (ubiquity) ile mekânı ilga eder ve artık zaman boyutunda ilerlemeye başlar. İlerleyişi hareketsiz durmak şeklinde de olabilir. Bu koşullarda yer bilgisi üzerine temellenen jeostratejinin temelleri değişir ve artık uzamın yanında zamanı da hesaba katmak gerekli olur.
Yapıtlarında farklı kinetik imkânlar üzerine düşünen Virilio’ya göre denizaltı “yok olmanın eşiğinde” duran bir makinedir. Hızın uzamda kaybolması, yavaş bir makinenin yarattığı tekinsizlik askerî disiplinleri de yeniden düşünmeye sevk eder. Artık nerede konumlandığınızın, nereye doğru ilerlediğinizin önemi kalmadığında coğrafya dersleri de gereksizleşir. Askerî güç ilişkilerindeki değişim her zaman mekânların daralması ve zaman boyutundaki genişlemelerle bağdaşıktır. Dromoloji adını verdiği bir öğreti içinden zaman veya uzamda hareket eden varlıkların şekil verdikleri bir dünyayı anlamaya çalışan Virilio, en iyi saatçilerin aynı zamanda en güçlü sömürge ülkeleri olduğunu yazar. Zamana egemen olmakla denize, karaya veya uzaya hükmetmek arasındaki koşutluk askerî tarih içerisinde doğrulanabilir.
Bir suüstü gemisinde geçen Greyhound (2020) filmi, İkinci Dünya Savaşı yıllarında denizin içinde fazla kalamayan denizaltıların bile ne kadar etkili olduğunu gösterir. Bunları fark edince Crimson Tide’da denizaltı kaptanının gemisini “yaratılmış en öldürücü silah” olarak nitelendirmesi biraz daha anlaşılır olur. Denizaltılar yer değiştirme olanaklarını artık mekânda aramayan zihinsel bir yapılanmanın ürettiği makinelerdir. Onun gibi eklentiler sayesinde coğrafya gerçekten de kader olmaktan çıkar. Mekâna bağımlı olmayan araçlarla sürdürülen savaşlar sadece askerî değil, siyasal, ekonomik veya kültürel savaşların da kurucu modelini oluşturur. Niteliği değişen kinetik parametrelerle tanımlanan bir savaşta yavaş, sessiz ve görünmez ama etkin bir sızma, nüfuz etme, algı yönetimi gibi eylemler olanaklı olur. Mekânda izlenemeyen bu tür muhayyel hareketler, komplo teorilerinin de zeminini oluşturur.
Paranoyak bir savaş makinesi olarak denizaltı, aynı anda hem yüce hem zelil bir şey gibi izlenebilir.
Yüce ve Zelil
Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü metnini, bir türlü ayar tutmayan, aynı coğrafyada farklı zamanları gösteren, yeni kinetik imkânlardan uzak insanların dramı gibi okuyabiliriz. Memleket saat ayarı yapılamadığında kendi ülkenizde bile toprağa tam olarak bastığınız belirsiz kalabilir. Tanpınar Huzur’da İhsan’ın uzun konuşmalarından birisinde de ülke insanının toprağa yerleşmekte yaşadığı müşkülü dile getirir. Yersizlik zamanda hareket etmeye de mani olur sanki.
Böyle bir zamansızlık içerisinde bırakın başka coğrafyalara gözünüzü dikmeyi, kendi toprağınızda bile yerleşik bir hayat oluşturamazsınız. Diğer yandan, zeminden çok zamana egemen olmak yakın zamanlı kolonyal düzenlerin esasını oluşturur. Post-kolonyal kuram biraz da bu değişimin izlerini araştırır. Tarihin hiçbir döneminde sömürge olmadığını farz eden bir memleketin de yeni koloni düzeni içinde egemen imparatorluğun eyaleti olabileceğini anlatır. Yeni sömürge düzenleri de denizaltılar gibi mekânda görünmeden zamanda yer değiştiren faillerin girişimlerinin bir sonucu gibi anlaşılabilir.
Mekândaki olanaklara değil de zamandakilere odaklanan koloni sonrasının habercisi bir denizaltının suya girmesi paralel bir evrene geçmek gibi de anlaşılabilir. Mekân ile zaman arasında sınır oluşturan su yüzeyinde yer değiştirir. Gözün değil de kulağın hükmünde bir başka dünyaya geçer. Bu görkemli eyleme bir Wagner eserinin eşlik etmesi çok anlaşılır olur bu durumda. Filmlerde böyle sunulan denizaltının Kant’ın “yüce” dediği nesnelerden birisi olduğundan kuşkulanmayız. Bu yüceliğin bir başka işareti de denizaltının seyirciye hemen gösterilmemesidir. Tekinsizliğiyle yüceliği iç içe olan tüm varlıklar gibi o da zamanı gelince, onu görmeye hazır gözlere görünür. Kant’ın genellikle büyük doğa şekillerinde ve olaylarında bulduğu, idraki yoran yüce görüngüler, belirsiz bir güzellik duyusu yaratırlar. Cüsseleri metafizik bir başka dünyanın gerçeğine de temas eder. Bu sebeple bir kutsallık da taşırlar.
Öte yandan yüceliğin arka yüzündeki zilleti de ayırt edebiliriz. Güzellik bizi kaygılandırmaz ama yücelik atfettiğimiz şeylerin öte-dünyaya temas etmesi onlarla karmaşık, ikili bir ilişki kurmamıza neden olur. Durkheim, Mauss, Kristeva veya Agamben, müşterek bir vurguyla yüce ve zelil olanın genellikle aynı bünyede toplandığını dile getirirler. Çünkü yüce şeyler bizim alışkanlıkla mekânın ufku içerisine yerleştirdiğimiz sınırlara kayıtsız görüngülerdir. Bu sebeple beden ve zihin şemalarımızın sınırlarını bozarlar. Bu sınırsızlaşmanın tipik belirtisi de tiksinmedir. Julia Kristeva, doğduğumuz zamandan başlayarak yücelik ve zillet duygularını birarada tecrübe ettiğimiz bir ruhsal gelişimin hikâyesini anlatır. Büyümek, büyülenmekle tiksinmek arasında bir dalgalanma gibi deneyimlenir.
Belki de bu sebeplerden, denizaltı filmlerinin kahramanı olan denizaltılarla bir çeşit tenzih ilişkisi içerisine gireriz. Karanlık ve tekinsiz cihaz hemen görünmez, peçesini açmaz. Onu görmeye dayanabilecek gözlere görünür. Kızıl Ekim’de güvertede olduğunu sonradan anladığımız denizaltı kaptanının önce yüzünü görürüz ve ardından denizaltı önümüzde büyümeye başlar. Sean Connery, biraz da amaçsızca büyük olan Tayfun sınıfı bir geminin kaptanını canlandırır. Sovyet görkem arayışının karşılığı cüsseli cihazlardan birisini idare eder. Demir perde açıldıktan sonra sahipsiz kalan alet edevatlara ilgiyle bakan bir merakın eseri olan bu gibi filmler, yıllarca saklanmış sırları, gizemleri ortaya dökülen bir canlının kalıntılarına yönelik merakla seyredilir. Sovyetler Birliği’nin kendisi de, onyıllarca, demir perde dışındaki gözlerin yüce olduğu kadar zelil bir şey gibi büyülenerek ve kaygılanarak izlediği tekinsiz bir başka görüngü değil midir zaten?
Das Boot özellikle denizaltındaki kapalı yer duygusuna yönelik etkili anlatımıyla sanat değeri taşıyan bir film sayılabilir. Film, ilk kez zaman boyutunda hareket eden bir savaş aracıyla karşılaşan medeniyetin yüzleştiği sorunlar üzerinedir. Denizaltındakiler çeşitli saldırılar altında hayatta kalmayı başarsalar da, karaya çıktıkları ilk anda yok edilirler. Onların dünyasında sadece başka denizaltılar gerçek bir tehdit oluşturur. Su yüzeyine çıkınca zamandan uzama geçen bu araçlar son derece hantal, güçsüz ve abes bir araca dönüşür. Diğer yandan suyun altına girdiği anda düşmanını hareketsiz kılan, sınırsız bir paranoyaya teslim eden bir savaş makinesi olur. Kuşkusuz denizaltıların dâhil olmadığı savaşlarda da saklanmak, yerini gizlemek bir savaş tekniği olarak uygulanır. Binlerce yıllık Savaş Sanatı böyle hilelerden söz eden bir kitaptır. Ama bu şekilde saklanmak uzamda gerçekleşen bir eylemdir. Oysa etkili bir denizaltı dışarıda değil içeride, düşmanın kafasında saklanır.
Greyhound filmi U-Boot’ların sebep olduğu bir paranoya üzerinedir. Nereden ve ne zaman ortaya çıkacağı bilinmeyen ve bu sebeple her yerden ve her zaman gelebilecek bir şeye karşı kendinizi savunmak olanaksızdır. Fimde bir suüstü gemisinin kaptanını canlandıran Tom Hanks, biraz Moby Dick’le savaşan Kaptan Ahab’a benzer. Moby Dick’te bir denizaltı gibi davranan balina da gemiyle sadece mekân boyutunda savaşmaz. İntikamcı beyaz balina mekânın ötesinde hareket eder.
Nükleer denizaltıyla beraber savaşın en çağdaş ve etkili biçimi kemâle erer. Böyle bir denizaltı, limanlarından denize açıldığı ülkenin sınırlarını bütün dünya yapar. Savaşın, diplomasinin, siyasetin etkili bir biçimini denizin içinde açılan bir zamana taşır. Bu sırada alan, mesafe ve madde olarak bilinen dünyanın eşiği yok olurken, zaman içerisinde genişleyen bir başkasına yerini bırakır. Denizaltı filmleri bunu yansıtmasa da, Deleuze’ün belirlediği gibi İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra çekilen filmlerde uzamda yaratılan “hareket-imge”nin yanında “zaman-imge” de belirir. Yani denizaltının kendine özgü hareketlerinin sunduğu modelde olduğu gibi yeryüzüne farklı şekillerde yerleştiğimiz, kolonileştirdiğimiz bir dönemde sadece savaş teknikleri değişmez. Sanat, edebiyat, felsefe, teknik veya müspet ilimlerdeki uzamsal belirlenimler de zamansal olanlarla yer değiştirmeye başlar.
Japonya’da Kovid 19 Salgını Önlemlerine Destek Olarak Verilen Fon ile Kalamar Yontusu Yapılması Tüm Dünyada Tartışmalara Neden oldu
Japonya-İşikava’da bulunan kıyı kasabası Noto’ya, hükümet tarafından küresel salgın önlemlerine destek amaçlı yapılan yardımdan 30 milyon yen -kabaca 274.000 dolar- ile bir kalamar yontusu yapılması tüm dünyada tartışmalara neden oldu.
Yerel yetkililer tarafından yapılan açıklamada, 9 metre uzunluğunda 4 metre yüksekliğindeki böyle bir yontunun yapılmasının nedeninin; uzun erimli bir bölgesel kalkınma stratejisinin bir parçası olarak, bölgedeki turizm etkinliklerini arttırmak olduğu belirtiliyor. Ancak “Çunişi Şimbun” adlı gazete; bölgede düzenlenen bir imza kampanyası ile 2000’e yakın imza toplayan bir grup Japon, bu paranın “sağlık çalışanlarını desteklemek ” gibi çok daha yararlı bir amaç için harcanabileceğini yolunda tepki gösterdiklerine yer veriyor.
Öte yandan bu dev ölçülerdeki kalamar yontusu, sosyal medyadaki kullanıcıların belirttikleri olumlu ve olumsuz yöndeki görüşlerle, kısa süre içinde en çok konuşulan konular arasında yerini aldı.
Örneğin bir twitter kullanıcısı:” Eğer çıktığım seyahat sırasında yakınlarda bir yerlerde olsaydım, Mürekkep balığını görmek için orada dururdum. Benim düşünceme göre, doğru yapılmış bir yatırım” derken ; bir başka kullanıcı. “Konuyu hangi açıdan değerlendirirseniz değerlendirin; burada yapılan şey yanlış. Buraya harcanan para geri verilmeli” diyor. CNN’in etkili gazetecilerinden Jake Tapper’ın twitterdan yaptığı yorumuyla katıldığı tartışmada; Tapper, kalamar ile ilgili olarak “Bu öykü ile ilgili yeterince mürekkep akıtılmadı” yorumunu yaptı.
(Kaynak: theartnewspaper.com)