Henning Larsen Mimarlık Ofisi Tarafından Tasarlanan “Klaksvík Kürek Sporu Kulübü”, Faroe Adalarının Geleneksel Kürek Sporunu Kentsel Ölçekte Bir Simgeye Dönüştürüyor.
5.000 kişi yaşadığı Faroe Adaları’nın en büyük ikinci şehri olan Klaksvik’te, kürek sporu tüm boyutlarıyla geleneksel kültürün önemli bir parçası durumunda…
Yakın zamanda Henning Larsen Mimarlık Ofisi tarafından tasarlanan ve kullanıma açılan “Klasvik Kürek Sporu Klübü”, kentteki geleneksel kürekçiliği ve mimariyi simgeleyen bir yapı olarak önemli bir kültürel merkeze dönüşmüş durumda.
Klaksvik’te kürek sporu, ulusal bir spor olduğu gibi Faroe kültürünün önemli bir parçası Kendilerini bir geleneğin temsilcisi olarak gören Faroe’li kürek sporcuları, tüm yılı antreman yaparak geçirmekte; ayrıca yakın yerleşim yerlerinin rakip takımları ile düzenlenen yarışlarda, teknik yeterliliklerini yükselterek, önemli bir deneyim kazanmaktadırlar. Öte yandan bu geleneksel kürekçiliğin üretiminde yer alan ustalar, geleneksel yöntemlerin ve el işçiliğinin kullanımını yüzyıllardır titizlikle sürdürüyorlar. Geleneksel olarak tek bir balta ile yapılan ve kökenleri Viking dönemine kadar uzanan bu tekneler UNESCO İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirası listesinde yer alıyor.
Son on yılda, Faroe Adaları’nın balıkçılık başkenti Klaksvik, yeni bir kent kimliği ile dünyanın karşısına çıkmak için kolları sıvadı. Bu yaklaşımla, adaların geleneksel kürek sporu mirasının mimarlıkta kendisini somutlaştırarak, görünür kılınabilmesi için Klaksvík Kürek Kulübü yapısının tasarlanması kararı alındı.
Tüm bu verilen çerçevesinden Henning Hansen mimarlık ofisi tarafından tasarlanan, Klaskiv kentinin kıyısında konumlanan yapı, eğimli yeşil bir çatının örttüğü, 620 m² alana ve geleneksel Faroe ahşap işçiliğini yansıtan bir cepheye sahip.
henninglarsen.com
Kürek sporunu merkezine oturtmakla birlikle sosyalleşme alanlarına da, mimari program oluşturma ve tasarım aşamasında önem verilen yapının su ile ilişkisini kuran, geniş bir rıhtımı buluyor. Denize indirilmek üzere sporcular tarafından kapalı çekek yerlerinde donatılan tekneler, buradan geniş kapılardan geçirilerek, ahşap rıhtıma ve rampa aracılığıyla suya indiriliyor.
Ahşap iç mekan yalnızca antrenmanların gerçekleştirilmesi için geniş bir alan sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda sporcuların dinlenme aralarında bir araya gelmeleri için bir toplanma noktası da oluşturuyor. Büyük pencereler ve çatı katı alanı, iç mekandan Klaksvík’in engin manzarasını algılanmasını ve bol miktarda doğal ışıktan mekanda yararlanılması olanağını sunuyor.
henninglarsen.com
.
henninglarsen.com.
henninglarsen.com.
henninglarsen.com
Öte yandan kulüp binası, çeşitli etkinlik ve sergilere ev sahipliği yaptığı gibi; halka açık bir mekan olarak tasarlanmış olması nedeniyle de, geleneksel Faroe tekne üretiminde kullanılan işçiliğin sergilendiği, bir turistik çekim merkezi işlevi de görüyor. İlk bahar ve yaz aylarında, kullanıcıların dış alanında toplanabilmeleri için bolca alan bulunana yapı, bir kafenin hizmet verdiği canlı bir kamusal alana dönüşüyor.
Gerçekleştirilen tasarımın ilkelerini Ósbjørn Jacobsen şu sözlerle özetliyor: “Tasarım yaklaşımımız temellerini Klaksvík’in peyzaj görünümden ve kültüründen alıyor. Eğimli yeşil çatı ve ahşap cephe çevredeki doğal güzelliğe saygı gösterirken aynı zamanda Faroe Adaları’nın geleneksel mimarisine de göndermede bulunuyor. Yapıyı tasarlarken; kulüp binasının çevresiyle uyum içinde olmasını ve yapılı çevre ile fiyort manzarası arasında uyumlu bir diyalog yaratmasını amaçladık”.
(Kaynak: henninglarsen.com)
Olafur Eliasson’un “Senin Beklenmedik Karşılaşman” Başlıklı Sergisi, Denizciliğe İlişkin Kavramlardan Esinlenerek Ürettiği Yeni Çalışmalara Yer Veriyor.
İzlandalı-Danimarkalı sanatçı Olafur Eliasson’un “Senin Beklenmedik Karşılaşman” başlıklı Türkiye’deki ilk kişisel sergisi, İstanbul Modern’de açıldı.
Sanatçının otuz yıl boyunca üzerine eğildiği kavramları yorumladığı yapıtlara yer veren sergi, aynı zamanda Eliasson’un Boğaziçi’nden ve navigasyon gibi denizciliğe ilişkin kavramlardan esinlenerek ürettiği yeni çalışmaları da içeriyor.
Ana sponsorluğunu Eczacıbaşı Topluluğu ve VitrA’nın üstlendiği kapsamlı serginin küratörlüğünü, müzenin küratöryel ekibinden Öykü Özsoy Sağnak, Nilay Dursun ve Ümit Mesci üstleniyor. Eliasson’un 30 yıllık sanatsal pratiği boyunca odaklandığı su, ışık, renk, algı, hareket, geometri ve çevre gibi konulara odaklanan çalışmalarının yanında, sergide yeni üretimlerle birlikte 40’a yakın yapıt yer alıyor.
Sanatçının sergi için belirlemiş olduğu başlık olan “Senin Beklenmedik Karşılaşman”, izleyicinin yapıtlarla karşı karşıya geldiğinde bir “tamamlanma” durumuna geçtiği düşüncesine gönderme yapıyor. Bu anlayış çerçevesinde kurgulanan sergideki yerleştirmeler ve mekâna özgü olarak üretilen işler; hareket, renk ve ışık gibi öğeleri temel alıyor. Böylece, sergiyi ziyaret edenleri etkileşimli bir deneyimleme süreci içine dahil ederek, yeni bakış açılarının oluşmasına yol açıyor.
Sanatçının kişisel yolculuğunu takip eden sergi, müzenin deniz kenarında bulunduğu Boğaziçi’ndeki konumundan yola çıkarak, seyir ve yön bulma gibi denizcilikten ödünç alınan kavramlarla derinlik kazanıyor. Böylece iç ve dış mekânı tanımlayan sınırları geçirgen kılan yapıtlar, müze ve çevresi arasında yeni diyalog olanaklarını ziyaretçilerin önüne seriyor.
“Senin Beklenmedik Karşılaşman” başlıklı sergi, 9 Şubat 2025 tarihine kadar İstanbul Modern’de görülebilecek.
(Kaynak: istanbulmodern.org)
Güney Çin Denizi’nde Bulunan İki Adet Tecim Gemisi Kalıntısı, Deniz İpek Yolu’nun Ticaret Ağlarının Varsıllığını Kanıtlıyor.
Güney Çin Denizi’nde Çinli arkeologlar tarafından su altı robot teknolojisi kullanılarak yapılan araştırmalarda, iki antik tecim gemisi kalıntısı içerisinde 10 binden fazla eser bulundu.
Ming Hanedanlığı dönemine (1368-1644) tarihlenen iki gemi enkazı, Hainan eyaletin sınırlarında bulunan Sanya’nın kıyılarından, birbirlerinden 22 kilometre uzaklıkta konumlanıyor.
Çin Ulusal Arkeoloji Merkezi, Çin Bilimler Akademisi ve Hainan Müzesi’nin işbirliğiyle gerçekleştirilen bu çalışmalarla iki gemiden çıkarılan; porselen, çömlek ve bakır paralar gibi değerli yükler, Çin’in Güneydoğu Asya, Hindistan ve ötesiyle olan geniş ve varsıl bir tecim ağının varlığını gösteriyor.
Kalıntıları su altı robotlarıyla inceleyen uzmanlar, bu yüksek teknoloji ürünlerinden, kalıntıları değerlendirmek, deniz tabanına yayılan gemi enkazlarının konumlarını belirlemek ve değerli eserleri toplamak amacıyla yararlandılar. Bu denizaltılar, üç boyutlu lazer tarayıcıları ve yüksek çözünürlüklü kameralar gibi gelişmiş teknolojileri üzerlerinde taşıyarak, hedeflenen kalıntıda ve deniz dibindeki konumuna ilişkin olarak ayrıntılı çalışmaların yapılmasına olanak sağlıyor.
Yapılan bu çalışmalarda, birinci gemi enkazından 890’dan fazla eser çıkarıldı. Bu eserler, geminin kargo bölgesine yayılmış olan yaklaşık olarak 10 bin nesnenin yalnızca bir bölümünü oluşturuyor. Çin’e geri dönüş rotasında battığı düşünülen İkinci gemi enkazından ise 38 eser çıkarıldı. Bu eserler arasında Hint Okyanusu bölgesinden gelen abanoz kütükler, porselenler, seramikler, deniz kabukları ve geyik boynuzları bulunuyor.
Çin Ulusal Kültürel Miras İdaresi Başkan Yardımcısı Guan Qiang, keşiflerin, keşifle ilgili olarak yaptığı açıklamada; antik Deniz İpek Yolu boyunca ticaret ve kültürel değişimin önemli bir kanıtı olduğunu belirterek, keşfin özellikle, Çin’in deniz altı arkeolojisinde kıyıdan açık denize doğru yönelmesini gösteren bir dönüm noktası olduğuna dikkat çekti.
(Kaynak: sozcu.tv.tr)
“Blue Exile Art Projesi Su Altı Parkı”nın, Altı Yontu Sanatçısının Yapıtlarına Yer Veren Birinci Bölümünün Açılışı Gerçekleştirildi.
Bodrum Deniz Müzesi ve Mavi Ege Denizi Rotary Kulübü işbirliğiyle yaşama geçirilen Blue Exile Art Project (BEAP) Sualtı Parkı’nın birinci bölümünün açılışı, Görecek Adası’nda gerçekleşti.
Açılışı yapılan bu bölümde altı yontu sanatçısı tarafından ‘Oksijen’ ana fikri çerçevesinde gerçekleştirilen arayışları somutlaştıran altı yapıta yer veriliyor. Sergiye katılan sanatçılardan biri yapıtına son müdahaleleri su altında yaparak, sergilenmeye hazır hale getirdi.
Etkinliğe Bodrum Belediyesi Başkanvekili Emel Çakaloğlu, Bodrum Deniz Müzesi Yöneticisi Selen Cambazoğlu, sanatçılar ve çok sayıda sanat izleyicisi katıldı.
Etkinlikte konuşma yapan Bodrum Belediyesi Başkanvekili Emel Çakaloğlu, “Bugün bir farkındalık projesiyle beraberiz. Dünyamız, acımasız bir şekilde kirleniyor. Bu duruma dikkat çekmek için su altı müzemizi açıyoruz” ifadesinde bulundu.
dha.com.tr
dha.com.tr
Sualtı parkının çevreyle sanatın birleştiği bir ara kesitte yer aldığını belirterek, Bodrum Deniz Müzesi Müdürü Selen Cambazoğlu, “Türkiye’de ilk örneğini görüyorsunuz. Eserler, deniz ve kıyı korumayla ilgilidir. Bu senenin teması oksijen üzerinden yapılmış eserler ve amaç farkındalık oluşturmaktır. Buraya hem dalış tekneleri hem de günlük tur tekneleri ve özel tekneler gelip dalış yapabilecekler. İlerleyen süreçte bu bölge haritaya işlenecek” dedi.
Proje eşgüdüm sorumlusu ve Mavi Ege Denizi Rotary Kulübü eski başkanı Şule Kükrer konuşmasında amaçlarının sanatın gücüyle çevreye dokunabilmek ve doğru mesajlar verebilme olduğunun altını çizerek. Tek dileğim projenin sürdürülebilir olması.” ifadesini kullandı.
Etkinliğe katılan çok sayıda izleyici, sualtına dalış yaparak, yapıtları inceledi.
(Kaynak: dha.com.tr, muglagazetesi.com.tr)
South Street Seaport Müzesi’nde Açılan “South Street ve New York’un Yükselişi” Başlıklı Sergi, Büyük Bir Liman Kentine Dönüşen New York’u Tarihsel Süreç İçinde İrdeliyor.
Sergi, New York’un Amerika’nın en büyük şehrine dönüşmesinde ve dünyanın en büyük doğal limanlarından biri olan New York Limanı’nın 20. yüzyılın başında dünyanın en işlek tecimsel noktalarından haline gelmesinde Seaport ve South Street’in oynadığı önemli rolü masaya yatırıyor.
Müzenin geniş koleksiyonundan sanat yapıtlarına ve çeşitli tarihi nesnelere yer veren sergi, ayrıca halihazırda sergilenmekte olan 19. yüzyılda New York Limanı’nın tarihiyle ilişkili olan çeşitli ölçekteki nesnelerden yapılan bir seçkiyle oluşturuluyor.
Günümüz New York Limanı’nını gösteren hava fotoğrafı ile başlayan sergi, Müze’nin koleksiyonlarından derlenen; New York’un limanlarının, iskelelerinin ve kentteki çeşitli iş yaşamının merkezileştiği noktaların oluşturduğu etkinin görülebilir olduğu büyük görsellerle devam ediyor. Bu görseller, kentin günümüze uzanan süreç içinde gerçekleşen dönüşümünü karşılaştırarak, değerlendirme olanağı sunuyor.
southstreetseaportmuseum.org
southstreetseaportmuseum.org
1825 yılı gibi erken bir tarihe gidilecek olursa bile, o dönemde bile çoğu yazar, New York’u “Amerika’nın büyük ticari imparatorluğu” olarak tanımlamaktaydılar. Amerikan iç savaşına kadar New York limanı, yalnızca 1860 yılında, yabancı limanlardan 4.000’den fazla gemi tarafından ziyaret edilmiştir. Ancak belirtmek gerekir ki; kente pamuk ve şeker ticareti sayesinde akan bu varsıllığın ve bu görkemli gönencin ardında, Amerika’da o dönem yaygın olduğu üzere; siyah erkek ve kadın kölelerin işgücünün kullanılması yatmaktaydı.
İç savaşın sona ermesinin ardından, bu büyüme sürmüş; tutarlı bir büyüme çizgisi izleyen New York gelişerek, dünyanın en işlek limanına dönüşmüştür.
.
southstreetseaportmuseum.org
Sergi, 1797-1807 yılları arasında Doğu Irmağının doldurulmasıyla elde edilen arazi üzerinde konumlanan, depo ve ofislerden oluşan Schermerhorn Row’u, Dünya ile kurduğu ticari ağlar, kıyı taşımacılığı ve yoğun olarak işleyen iskeleleri ile; büyük bir liman kenti olarak, New York’un hikayesini anlatan müzeye ait tarihi gemi filosu maketlerini, 19. ve 20. yüzyıllarda aşağı Manhattan’da ortaya çıkan çok sayıdaki matbaalardan birinin çağdaş bir yeniden yorumu olan Bowne & Co.’yu ve burada üretilen görsel ürünleri kapsamına alıyor.
Serginin küratörlüğünü Nantucket Tarih Derneği bünyesinde Obed Macy Araştırma Kürsüsü’nden Michael H. Harrison üstlenirken, Seaport Müzesi Koleksiyonlar Yöneticisi Martina Caruso da sergiye katkı veriyor.
Serginin tasarımı ve sanat yönetimi HER Design’dan Helen Riegleve tarafından gerçekleştiriliyor.
(Kaynak: southstreetseaportmuseum.org)
İskoç Deniz Müzesi’nde Açılan “Işığı Takip Etmek” Sergisi, Birleşik Krallık’taki Deniz Fenerleri Tarihini Ele Alıyor.
İskoç Deniz Müzesi’nde açılan “Işığı Takip Etmek” (Following The Lights) başlıklı sergi, Birleşik Krallık sınırları içinde bulunan deniz fenerlerinin tarihini masaya yatırıyor.
Öte yandan; deniz fenerlerinde görev yapan fener bekçilerine ve fenerlerin inşa edilmesinde çalışan mühendislere de yer veren sergi, denizciler açısından yaşamsal öne sahip bu yapıları farklı açılardan değerlendirebilme olanağı sunuyor.
Yüzyıllara yayın bir tarihsel süreç içerisinde deniz fenerlerinin ışığı, dünyanın dört bir yanında, denizcilerin ve gemilerinin güvenli seyir yapmasını sağlamıştır. Her ne kadar günümüzde hala denizcileri tehlikeli kıyılardan korumayı işlevlerini sürdürüyor olsalar da, gelişen teknolojik olanaklar artık bu yapıların birçoğunu gereksiz hale getirmiştir. Bu nedenle de bir çoğu bakımsız kalmış ya da tarihi miras anıtlarına, hatta evlere, müzelere dönüştürülmektedirler.
Deniz feneri araştırmacısı ve fotoğrafçı Peter Gellatly’nin özel koleksiyonundan derlenen bu gezici sergi, deniz fenerlerinin, bekçilerinin ve bu yapıların inşa edilmesinde görev alan mühendislerin çalışmalarını tarihsel bir açıdan ele alıyor.
Sergi, deniz fenerlerinin büyüleyici tarihini aktaran özel nadir eserler, çeşitli yazışmaları içeren belgeler, fotoğraflar ve anı niteliği taşıyan nesnelerden oluşan bir koleksiyon yapılan seçkiyle bir araya getiriliyor.
“Işığı Takip Etmek”, 17 Ağustos 2024 tarihine kadar İskoç Deniz Müzesi’nde görülebilecek.
(Kaynak: scottishmaritimemuseum.org)
Sisley’in “Mavnalar” Adlı Tablosu, Fransa Kültür Bakanı R. Dati’nin Katıldığı Törenle, Hak Sahiplerine Geri Verildi.
Alfred Sisley’in “Mavnalar” (1870) ve Auguste Renoir’ın “Karyatidler” (1909) adlı tabloları, Fransa Kültür Bakanı Rachida Dati’nin katılımıyla Paris’te düzenlenen törenle, yasal hak sahiplerine iade edildi.
Yapıtlar, Fransa’nın Nazi işgali sırasında musevi kökenli bir galeri sahibi tarafından satılmak zorunda bırakılmış ve pek çok defa el değiştirmişti.
Sisley’in Mavnalar (Les Péniches) (1870) ve Renoir’ın “Karyatidler” (1909) adlı yapıtları, İkinci Dünya Savaşı’nın patlak verdiği yıllarda, Paris’te bir galeri sahibi olan Grégoire Schusterman’ın mülkiyetinde bulunmaktaydı.
“Karyatidler” tablosu Fransız ressam Renoir’ın 1909 yılında Art Deco üslubunda betimlediği iki çıplak kadına yer verirken; Fransız asıllı İngiliz ressam Alfred Sisley tarafından 1870 yılında yapılan “Mavnalar” başlıklı ikinci tablo, Normandiya’daki bir limanda yan yana demirlemiş mavnaları betimlemektedir.
Alman ordusunun Fransa’ya girerek, işgal etmesinin ardından, Naziler’den baskı görmeye başlayan Schusterman, “Mavnalar” tablosunu, 1941 yılında sanat simsarı Raphaël Gérard’a 170.000 franka satmak zorunda kalmıştı. Gérard da, aynı yıl içinde tabloyu, bu defa Münihli sanat simsarı Maria Gillhausen’e 200.000 frank karşılığında satmıştı.
Düzenlenen faturanın bir kopyası üzerinde yer alan el yazısıyla yazılmış notta, satışın Paris’teki Alman büyükelçiliğinin kültür ataşesi Adolf Wüster’in emriyle gerçekleştirildiğine ilişkin bir bilgi bulunmaktaydı. Wüster, bu türden gayri meşru yöntemlerle el değiştiren, zorla mülkiyete geçirilen yapıtların eşgüdümünde, kilit konuma sahip bir figür olarak, o dönemde öne çıkmaktaydı. İkinci Dünya Savaşı sırasında Naziler, Yahudilerin mülkiyetinde bulunan sanat eserlerini sistemli bir biçimde kendi mülkiyetlerine geçirmişlerdi. Söz konusu bu yapıtlar, yüksek mevkideki kişiler tarafından yağmalanarak, toplanmışlar ya da Hitler’in kurmayı planladığı “Führermuseum” müzesinde sergilenmeleri için el konulmuşlardı.
Dieppe Müzesi müdür yardımcısı Pauline Le Jossic, bu anlamda; İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda, Almanya’da bulunan binlerce sanat eserinin, Fransa’dan çeşitli yollarla getirilmiş olduğuna ilişkin bazı işaretler taşıyor olmaları nedeniyle, ülkeye yeniden geri gönderilmiş olduğunu anımsatıyor.
Savaştan sonra “Karyatidler” Müttefikler tarafından Bavyera’daki Thalhausen Kalesi’nde, Sisley’in tablosu ise Rhineland’da bulundu. Bulunan tablolar için Eylül 1948’den itibaren “Sanat Yapıtları Kurtarma Komisyonu” (CRA) tarafından bir soruşturma açılmış ve Schusterman ve Gérard, eserin işgal döneminde geçirdiği satışı süreci hakkında sorgulamaya tabi tutulmuşlardır.
Fransa’ya iade edilen tablolar, 1950’de Louvre Müzesi’ne, ardından 1986’da Orsay Müzesi’ne emanet edilmiştir. Sisley’in eserleri 1954’te Dieppe müzesine teslim edilmiş, Renoir’ın eserleri ise, önce Massena Müzesi, sonra Jules Cheret Güzel Sanatlar Müzesi ve ardından da Renoir Müzesi’ne taşınmıştır.
Fransa Kültür Bakanı Rachida Dati (2. sağda) ve hak sahipleri, Fransız Kültür Bakanlığı’nda, Alfred Sisley’in “Mavnalar” adlı tablosunun önünde.
artnews.com
Sisley’in tablosu, 2022 yılında Grégoire Schusterman’ın hak sahipleri tarafından iade talebi nedeniyle açılan davaya konu olmuştu. Fransa Kültür Bakanlığı tarafından “Kayıp Mağdurları Tazmin Komisyonu” tarafından düzenlenen raporda, tablonun Grégoire Schusterman’ın mirasçılarına iade edilmesine yönelik bir öneriye yer verildiği konusunda açıklama yapılmıştır.
Bu açıklamadan iki yıl sonra, eserler,16 Mayıs 2024 tarihinde Kültür Bakanı Rachida Dati’nin de katılımıyla Fransa Kültür Bakanlığında bir tören düzenlenerek, 1976 yılında ölen Schusterman’ın on bir yasal hak sahibine iade edildi.
Bilinmeyen Bir Liman
“Mavnalar” tablosunda Sisley’in Normandiya’da bulunan hangi limanı betimlediği konusunda kesin bir yargıya varılabilmiş değil. Yapıtta, gölge ve ışık oyunlarına verilen başat rol, dingin bir doğal görünüm sağlamak için insan figürüne yer verilmemiş olması tablonun ana özellikleri arasında yer alıyor. Bununla birlikte Le Jossic, yapıtın, Sisley’in Orsay Müzesi (Musée d’Orsay) koleksiyonlarında bulunan bir diğer tablosu “Bougival Kanal Havuzu’ndaki Tekneler” (Les Bateaux à L’éclus de Bougival) anımsatmakta olduğunu belirterek, tablonun yakın bir çevreden bir görünümüne ait olabileceğini ifade ediyor.
Orsay Müzesi’nin internet sitesinde kaldırılan “Mavnalar” tablosu, Dieppe Müzesi’nin koleksiyonunda sergilenmeye devam ediyor.
(Kaynaklar: paris-normandie.fr, francetvinfo.fr, artnews.com)
Bir Deniz Kazası İle Sona Eren Mitolojik Aşk Öyküsünü Sahneye Taşıyan “Isfåglarna Operası”, Finlandiya Ulusal Opera ve Balesi’nde Sahnelenecek.
Romalı yazar Ovidius’un Metamorfoz’lar (Dönüşümler) adlı yapıtında aktarılan, Alkyone ile Kral Keyks’in bir deniz kazası nedeniyle sona eren aşk öyküsünü sahneye taşıyan Isfåglarna Operası, Finlandiya Ulusal Opera ve Balesi’nde sahnelenecek.
Olli Kortekangas tarafından bestelenen, librettosu Johan Bargum’a ait olan Isfåglarna Operası, Ovidius’un Metamorfoz’lar (Dönüşümler) adlı yapıtındaki Alkyone ile Teselya kral Keyks’in dramla sonlanan aşk öyküsüne dayanıyor.
Yönetmenliğini Ville Saukkonen’in gerçekleştirecek olan opera, Henriikka Teerikangas’ın şefliğindeki yedi müzisyenden oluşan Central Ostrobothnian Oda Müziği Topluluğu tarafından seslendirilecek.
Konu:
Alkone ve Keyks’in öyküsü, Ovidius’un “Dönüşümler” adlı yapıtının 11. kitabında aktarılmaktadır.
Aiolos’un kızı Alkyone arkadaşlarıyla kıyıda oyun oynadığı sırada gerçek kimliğini gizleyen Teselya kralı Keyks ile tanışır. İkisi birbirlerine aşık olurlar. Ancak Tanrı Zeus’un da gözü Alkyone’nin üzerindedir. Her zaman olduğu gibi, Zeus ve diğer tanrılar insanların mutluluğuna karşı kıskançlık duymaktadır. Alkyone, hayatının aşkının aslında kral olduğunu anlar. Keyks’i reddetmek üzeredir ama sonunda vazgeçer ve ikisi mutlu bir evlilik yaparlar.
Keyks, kardeşinin savaşta öldüğünü duyar. Yaşanan benzer olaylar nedeniyle tanrıların ona öfkelendiği düşüncesine kapılır bu nedenle Apollon’un kehanetine danışmak için İyonya’ya yelken açmaya karar verir. Rüzgar tanrısı Aiolos’un kızı Alkyone, iyi tanıdığı şiddetli rüzgarların laf dinlemezliği hakkında kendisine uyarıda bulunarak, onu vazgeçirmeye çalışmasına rağmen; Keyks bu sözlere kulak asmaz ve kısa süre içinde yeniden döneceğini söyler.
Denize çıktığı gün kıyıdan uzaklaşıp, gözden kaybolunca büyük bir fırtınaya yakalanır. Güçlü rüzgara ve dalgalara dayanamayan gemi, batar ve Keyks, karısı Alkynone’nin adını sayıklayarak, boğulur.
Herşeyden habersiz Alkyone ise; kocasının sağ salim dönmesi için Tanrıça Juno’ya yalvarmaktadır. Karşılıksız kalacak bu yalvarışlara artık dayanamayan tanrıça, Keyks’in ölümünü rüyasında öğrenmesi için bir plan hazırlar.
Ulağı olan İris’i, uyku tanrısı Somnus’a yollar. İris, Juno’nun isteğini Sonmus’a bildirince, tanrı insan kılığına girme hatta sesini taklit etme konusunda usta olan oğlu Morpheus’u, Keyks’in acı kaderini Alkyone’ye düşünde bildirmesi için gönderir. Korkunç kaderi rüyasında öğrenen Alkyone dehşet içinde uyanır. Artık gerçeği öğrenmiştir. O da Keyks’in kaderi ile kendi yaşamına son vermeye karar verir ve kendini boğar.
oopperabaletti.fi
Zeus bu yaşananlardan dolayı pişman olur ve hem Alkyone’yi hem de Keyks’i yalıçapkını kuşlarına dönüştürür.
Zeus, çiftleşen iki kuşun doğan yavruları için yuva yapabilmesi için denizin her yıl bir ay boyunca sakin kalmasını emreder. Rüzgar tanrısı Aiolos, rüzgarlarını zapt ederek, suların kabarmasını engellemiş böylece doğan torunlarını sakinleşen denize emanet etmiştir. Bu süre içinde deniz, denizciler içinde güvenli bir hale gelmektedir.
Isfåglarna Operası, 22 – 23.11.2024 tarihleri arasında Finlandiya Ulusal Opera ve Balesi’nde izlenebilecek.
Yapıtın Künyesi:
Müzik: Olli Kortekangas
Libretto: Johan Bargum
Yönetmen: Ville Saukkonen
Prodüksiyon: Malviina Haukkala
Kostüm Tasarımı: Anne Rauhala
Repititör: Elias Miettine
Oyuncular:
Alkyone: Minna-Leena Lahti
Keyks: Olli Tikkanen
Vasilleios: Filip Vikström
Zeus: Hannu Ilmolahti
Juno: Heli Huuki
Aiolos: Jacob Waselius
Anne: Marita Kaakinen
Elena: Jonna Sinikumpu
Melina: Elli McLoud
Morfeus: Sampsa Vanhala
Süre: 1 saat 50 dakika
2024
(Kaynak: oopperabaletti.fi)
Atatürk Üniversitesi Bünyesinde Açılan, 10 Bin Türü İçeren “Biyoçeşitlilik Bilim Müzesi”nde Deniz Canlılarına Da Yer Veriliyor.
Atatürk Üniversitesi’nde Biyoçeşitlilik Bilim Müzesi açılıyor.
Müzede, mamut, dinozor ve balina replikalarının yanı sıra; bitki, böcek, memeli hayvan, sürüngen, balık, yengeç, ıstakoz, mercan ve fosiller bulunuyor.
60 yıla yayılan bir süreç içinde toplanan 10 bin türden ve 250 bin bireyden oluşan koleksiyonun korunacağı müze, sergileme işlevinin yanında bilimsel araştırmaların da yapıldığı bir yapıya sahip olacak.
Atatürk Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ömer Çomaklı, Türkiye, Erzurum ve üniversite için çok önemli bir birim oluşturduklarını söyleyerek, okullardan çok sayıda ziyaretçi geldiğini, amaçlarının merkezi onlarca uluslararası araştırmacının çalışacağı yer durumuna getirmek olduğunu ifade etti.
abbm.atauni.edu.tr
.
aa.com.tr
Biyoçeşitlilik Uygulama ve Araştırma Merkezi ve Biyoçeşitlilik Bilim Müzesi Kurucu Yöneticisi Prof. Dr. Levent Gültekin ulusal düzeydeki bu projeye beş yıl önce başlandığını belirterek, Türkiye’nin ulusal biyoçeşitlilik koleksiyonunun başlangıç noktası olduğunu vurguladığı merkezde “Animalia Biyoçeşitlilik”, “Plantae Biyoçeşitlilik”, “Taksonomi ve Moleküler Sistematik” ve “İnteraktif Eğitim” olmak üzere dört laboratuvar ile Paleoçeşitlilik, böcek, bitki, kuş, memeli, sürüngen ve sucul yaşam sergilerinin de yer aldığını söyledi.
Atatürk Üniversitesi Biyoçeşitlilik Bilim Müzesi (ABBM) sayfasına buradan ulaşabilirsiniz.
(Kaynak: abbm.atauni.edu.tr, aa.com.tr)
Dana Adası’nda Yer alan, Dünyanın En Eski Tersanesi’nde Yeni Bulgulara Ulaşıldı.
Mersin’e bağlı Silifke ilçesindeki Dana Adası’nda 2015 yılında ortaya çıkarılan dünyanın en eski ve en büyük antik tersanesinde çalışmalar günümüzde de sürdürülüyor.
Kesintisiz 1.5 kilometrelik kıyı çizgi üzerinde konumlanan çekek yerlerinde antik dönemlerde 300 gemi üretebilen tersanenin, bu çekek yerlerine yakın bir noktada, filikaların ve sandalların özel bir üretim yöntemiyle yapıldığını gösteren yeni bulgulara ulaşıldı.
Akdeniz Üniversitesi (AÜ) Sualtı Kültür Varlıklarını Koruma ve Onarım Bölümü Başkanı ve Kemer Sualtı Arkeolojisi Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü Doç. Dr. Hakan Öniz, elde edilen bulgularla ilgili olarak bilgi verdi.
Doç. Dr. Öniz, 2015 yılında bölgede sürdürülen çalışma sırasında Dana Adası üzerinde yaklaşık 100’e yakın çekek yeri bulduklarını belirterek, “Bunlar yeni gemi yapımı ya da gemilerin bakımı için denizden karaya kolaylıkla alınabilen rampalar. Arkeolojik dönemlere ait 100 tane rampa bulmak müthiş bir şey aslında. Bulduğumuz zaman çok heyecanlandık. Hemen Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bildirimini yaptık. 2016 yılında bakanlığımızın müsaadeleriyle yine Dana Adası üzerindeki bu 100 rampa hakkında çalışmalara başladık ve 2016-2017 senelerinde yaptığımız çalışmalarda tam 274 gemi rampası tespit ettik’ diyerek bu sayının yıl içinde 500-600 savaş gemisinin yapılması anlamına geleceğini ve bu durumun o dönede Akdeniz’deki tüm dengeleri değiştirebilecek kadar önemli olduğunu vurguladı.
Doç. Dr. Öniz, bu büyük gemilerin üretildiği alanın arka tarafında filikaların ve sandalların da özel bir konstrüksiyonla yapıldığını gösteren yeni bulgulara ulaştıklarını söyleyerek, bu bulguları uluslararası bilimsel bir dergide de makale olarak yayımlandığını belirtti.
Dünyanın en eski tersane yerleşkesi
Adadaki çalışmaların Paleolitik döneme kadar uzandığını da kaydeden Doç. Dr. Öniz, söz konusu dönemde Dana Adasında bir tersane olmadığını ancak özellikle Geç Tunç Çağı’ndan itibaren bu işlevle kullanılmaya başlandığına yönelik, arkeolojik kanıtlar bulunduğunu söyleyerek, Dana Adası dünyanın en büyük ve en eski dokunulmamış, bozulmamış tersanesi olduğunu göstermekte olduğunun altını çizdi.
Savaş gemisi yapımında önemli bir lojistik noktası
Dana Adası’nın hemen karşısındaki Toros Dağları’nda yetişen sedir ağaçlarının, gemi yapımı için temel kaynak olduğunu söyleyen Doç. Öniz, “Bu tersaneye sedir ağacı bir-iki saatte gelebilecek kadar yakın, ham madde sorunu hiç yok. Tersanenin güvenli liman olan bir bölgede olduğunu biliyoruz. 1,5 kilometre boyunca kesintisiz yan yana 300 çekek yeri. Bunun en önemli yanı ham madde kaynakları var. Gemiler denizden sıkıntısız bir şekilde yanaşabiliyor. Güvenli, düşman bir güç öyle gelip kolay kolay ada üzerindeki tersaneye saldıramıyor.” dedi.
Ünlü Kilikya korsanlarının üssü
Kilikya’daki, 300 geminin yapılabileceği olanaklara sahip olan bu tersanenin M.Ö. 5. yy’da Pers gemilerinin büyük bölümünün yapıldığı tersane olabileceğini düşündüklerini ifade etti.
Antonius ve Kleopatra’nın gemilerinin yine bu bölgede yapıldığını düşünüldüğünü ayrıca Helenistik dönemde meşhur General Antigo’nun bir tersanesinin burada olduğunu, yine Helenistik dönemdeki pek çok deniz savaşında Dana Adası’nda yapılan gemilerin kullanıldığını bildiklerini açıklayan Doç. Dr. Hakan Öniz, “Sonrasında meşhur Kilikya korsanları devreye giriyor. Milattan önce birinci yüzyılda yaklaşık 1000 gemiyle Yunanistan’da 500 yerleşimi yağmalayan, hatta bir dönem Roma İmparatorluğu’na kafa tutan Kilikyalı korsanların gemilerinin çoğunluğunun Dana Adası üzerinde yapıldığını söyleyebiliyoruz. Bununla ilgili arkeolojik kanıtlarımız var” dedi.
(Kaynak: dha.com.tr)